Аннотация

Namık Kemal’in ilk tiyatro eseri olan “Celâleddin Harzemşah” kendisinin de belirttiği üzere oynanmak için değil, okunmak için yazılmıştır. Eserde Harzemşahların son hükümdarı olan Celâleddin’in kişiliği, Moğollara karşı mücadeleleri ve çileli hayatı anlatılır. Mehmet Harzemşah, bir Moğol ticaret kervanını yağma ettirir, bunun sonucunda da Cengiz ordularının saldırısına uğrar, yenilir, bir adaya sığınır ve burada ölür. Oğlu Celâleddin onun yerine geçer, o da Moğollarla savaşa tutuşur ve yenilir. Hindistan’a kaçmak zorunda kalır ve kaçarken peşlerindeki Moğol askerlerinin eline düşmemesi için oğlunu ve karısını Sind Nehri’ne atar. Celâleddin Harzemşah’ın çileli hayatı bunlarla da sona ermez ve nihayetinde bir ihanete kadar bu hayatına devam eder. "ORHAN: 'Padişahım! O tarafa gitmekte fayda yok! Beyhude yere mevtin kucağına koşmuş olursunuz!..' CELÂLEDDİN: 'Ben, ölümden başka ne arıyorum? Dünyanın çehresindeki iğrenç hebaset bulâşıklarını mı setretmeye gideceğim?' ORHAN: 'Padişahım! Ordunun merkezi hâlâ yerinde metanet edip duruyor! Efendimiz orada bulunursa belki Cenabıhak bir galebe ihsan eder?' CELÂLEDDİN: 'İstemem, iki gün sonra bir hıyanetle berbat olacak galebe şeytanlara nasip olsun!..' "

Аннотация

George Orwell’in mizahi bir dille kaleme aldığı «Boğulmamak İçin»de, modern zamanlara karşı koymaya çalışan başkahraman George Bowling’in hayata dair tespitleri nükteli bir üslupla işlenmektedir. Gitgide yaşlanan ve göbeklenen George Bowling, sanayi toplumunun keşmekeşinden sıkılıp doğup büyüdüğü köyüne döner. Fakat yıllar önce terk ettiği köyünü de insanlarını da eskisi gibi bulamaz. Üstelik yakasına yapışan sorumluluklarından da kurtulamaz. Tüm bu ikilemlerin arasında, eskiye özlem duyan ama zamana da karşı koyamayan George Bowling’i zorlu bir hayat sınavı beklemektedir. "Tuhaf bir düşünce dikkatimi çekti. BU ADAM ÖLÜ. O bir hayalet. Bu şekilde yaşayan tüm insanlar ölü. Etrafta yürürken gördüğünüz insanların çoğunun ölü olması beni şaşırttı. Biz genelde bir adamın kalbi durana kadar yaşadığını varsayarız. Bu biraz rastgele bir şey bence. Sonuçta, vücudunuzun bazı kısımları çalışmaya devam eder, örneğin saçlar yıllarca uzar. Belki bir adam beyni, yeni bir fikir edinme gücünü kaybedince gerçekten ölmüş olur. Yaşlı Porteous böyle. Harika bir şekilde bilgili, harika bir şekilde zevkli ama değişme kabiliyeti yok. Aynı şeyleri söyleyip aynı şeyleri tekrar tekrar düşünüyor. Bir sürü insan böyle. Ölü beyinler, kafaları durmuş. Aynı küçük çizgide bir ileri bir geri gidip geliyorlar ve her seferinde hayaletler gibi daha da soluklaşıyorlar. "

Аннотация

Hüseyin Rahmi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplumda görülen yoksulluk, işsizlik, zihniyet değişimi, alafrangalık, eğitim gibi konulara dikkat çektiği Billur Kalp’te yalnızca Türk kadının çalışma hayatına girmesini anlatmaz; bunu toplumsal konularla harmanlar. Çalışmak zorundan olan genç kızları tuzağa düşürmek isteyen bir iş yerinde gerçekleşen olaylar neticesinde Mürvet adındaki bir kızcağız intihar eder. Bir paşanın kızı olan Sema Hanım’ın da bilmeden bu bataklığa yolu düşer. Bunu gören nişanlısı onun da Mürvet gibi intihar edip, adını temizlemesini ister. Ancak Sema Hanım tüm kadınlara örnek olacak başka bir yolu seçer. “Oh insan, insan, yaratıkların en canavarı, en düzencisi insan, yaradılışın en anlaşılmaz, en iğrenç bilmecesi sensin… Yalnız kendin için, kendi keyfin için yaşarsın. Fırsat bulursan her şeyi bu keyif tapınağının önünde kurban edersin… Sonra halkın içine çıkar, hak ve adalet diye bağırırsın.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

"Tiyatrolarda sahneye konan oyunlar, böyle evlerde, aileler arasında geçen gerçek maceralardan alınmış değil midir? O hâlde ötekiler taklit, berikiler asildir. Hikâyecilerle tiyatro yazarlarının hemen daima yazı ortamlarını teşkile hizmet edenler üç kişidir: Karı, koca, bir de âşık… Bizim oyunumuzda bu üç kişi tamam değil mi? İşte ben, karı; Naki en gülünç bir komedyaya aptallık sermayesi olacak yaratılışta bir koca. Sen de âşık… Sonra bu âşık, koca olacak, öteki zavallı sevda acıları içinde kalacak. Sonuç kocam için biraz feci olacak ama bununla komedyamızın esas neşesi bozulmaz. Çünkü bazı gülünecek şeylerin aslı incelense ağlayacak şeylere rastlanır. Genellikle güldüğümüz şeyler kendi budalalıklarımızdır. Büyük yazarların maskaraya alma sermayeleri insanların bönlüğü değil midir? Hemcinsinin güldürücü hâllerine gülmekte gizli gözyaşları vardır. Fakat ben artık felsefede bu kadar derinleşmeyi sevmem. Doğrusu Naki için ağlayamam. Gerçeği anlayınca o kendi hâline yine kendi ağlasın. Gözlerimize yazık değil mi? Bizim hesabımıza akması gereken gözyaşlarını o döksün…" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

Yanlış “Batılılaşmanın” bir örneğini veren Hüseyin Rahmi, Acı Gülüş’te bireysel zevklerinin peşinden koşan Kenan’ın bir metrese kapılarak saadetli evliliğini yıkıp kendi elleriyle kendisini, yavaş yavaş yok edişini işliyor. İnsanın kendisinin felaketi olduğunu gösteren yazar, okuyucuna suretlerinde acı bir gülüş vadediyor. “Felakete uğramış biri için ümitsizliğin en acı manzarası gözyaşlarından ziyade kendinin ‘tebessüm-i elemini’ görmektir.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

"Zalimane Bir İdam Hükmü", Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Damat Ferit Paşa hükûmeti zamanında Bursa Valisi ve Dâhiliye Nazırı iken Millî Mücadele’ye yardım ettiği gerekçesiyle idama mahkûm edilişinin belgesidir. Günlerce süren ve eziyetle geçen duruşmalarda Hâzim Bey'den hesabı sorulan bir diğer konu da Abdülhamid'in tahttan indirilmesi olayıdır. Tepeyran, bu duruşmaları ve tutsak geçen ayları, idama mahkûm oluşunu, idamlıklara ayrılan hücrede bir gece geçirişini, sonunda yeni Sadrazam Tevfik Paşa'nın kurduğu Hurşit Paşa Divanıharbi’nde suçsuz görülerek özgürlüğe kavuşmasını anlatıyor. Bu anılar, tarihin tozlu raflarında kalan Osmanlı’daki bir dönemin gerçeklerini açıklıkla yansıtmaktadır. “İdam hakikaten kötü bir ceza; ‘idam’ kelimesi kulağa bir söz, bir hava titreşimi gibi değil; dikenli bir cisim, kızdırılmış bir demir çivi gibi giriyor ve bu kelime birdenbire insana o kadar ağır geliyor ki omuzları üstüne birer büyük gülle konmuş gibi oluyor. Oturduğu sandalye, güya yaş ve yumuşak bir toprak üstüne konmuş olduğu için yavaş yavaş batıyor zannediliyor. Birdenbire asap gevşiyor; tüyler ürperiyor, yüze aralıksız soğuk, sıcak hava dalgaları çarpıyor gibi oluyor.”

Аннотация

II. Viyana Kuşatması günleri belki de Osmanlı tarihinin en acıklı sayfalarındandır. Özellikle de bu günlerin sonrasında yaşananlar Osmanlı’ya pahalıya mal olmuştur. Artık Osmanlı ilerleyişi durmuştur; Osmanlı geri çekilmektedir. Viyana’dan dönülürken aslında bir imparatorluk yavaş yavaş çökmektedir… “Viyana Dönüşü” ağırlıklı olarak II. Viyana Kuşatması’nı, yapılan hazırlıkları, sefer yolculuğunu, ordu içinde yapılan hataları, başarısız seferin sonunda sorumluların cezalandırılmasını, kalelerin birbirinin ardı sıra elden çıkmasını ve bu sırada yapılan diğer savaşları anlatmaktadır. Bu eseri okumak aynı zamanda Türk ilerleyişinin geri çekilmeye dönüştüğü ilk zamanların panoramasını anlamak açısından da önemlidir. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.

Аннотация

Аннотация

Kâh yürüyerek kâh eşek ve at sırtında, kâh trene binerek ve kâh nehirler, denizler ve okyanuslardaki vapurların yardımıyla şehirler, ülkeler ve kıtalar üzerinde altı yıl süren aralıksız bir yolculuğun doyumsuz bir meyvesi olan bu seyahatname, yazıldığı yirminci yüzyılın arifesindeki girdapların ve gelgitlerin arasında kalmaktan mütevellit hak ettiği yeri henüz elde edememiş çok değerli bir kitaptır. Bu meyanda saklı bir hazineden çıkarılmış paha biçilmez bir eser kıymetindedir. Seyyah Süleyman Şükrü, kendi şahsi hayatından kesitlerle başlayarak deneyimlerini ve olayları bir roman kıvamında anlattığı bu seyahatnamesinde, uğradığı her yerin sosyolojisi, siyaseti, iklimi ve doğasının resmini çizmekle kalmamış okumalarından elde ettiği entelektüel birikimle de geçmişten geleceğe çok farklı konularda yorumlarını ekleyerek okuyucuya konuları daha anlaşılır kılabilme çabası içindedir. Kitabı okurken sadece mekânlar ve olaylarla dolu bir serüven görmeyecek aynı zamanda portre analizleri, dönemin siyasetine dair bugün hâlen daha etkisi devam eden sosyo-politik müzakereler ile Aliya İzzetbegoviç’in tabiriyle “Doğu-Batı arasında İslam” tartışmalarına tanık olacaksınız. Osmanlı’nın son dönemindeki iç ve dış politik kavgaların Avrupa’da, Afrika’da ve Asya’da görülen izlerini sürerken tarihte karanlık kalan bazı sorulara cevap bulacaksınız. Son dönemin politik ve bürokratik çalkantılarına getirdiği eleştirilerin bugüne ne çok ışık tuttuğuna şahit olacaksınız. Hilafet kavramının, Müslüman coğrafyalardaki siyasal anlamını irdelerken bir yandan da Asya ve Afrika’daki İngiliz ağının nasıl örüldüğünü detayları ile okuyacaksınız. Yazar, kalemiyle sizi kitabının içine öyle çekecek ki faklı milletlere, inançlara, mezheplere ve kültürlere sanki bizzat kendiniz dokunmuşsunuz gibi hissedeceksiniz. Sizi götürdüğü şehirlerin mimarisini anlatırken kendinizi, elinizde fotoğraf makineniz Boğaz’ı, Eyfel’i, Piramitleri, Lal Kıla’yı, Şah Cihan Cami’yi Çin Seddi’ni ve diğer sayısız tarihî mekânı ve tabiat güzelliklerini çekerken bulacaksınız. Diğer yandan ansiklopedileri karıştırıyormuşsunuz gibi seyyahın rotası üzerindeki ülkelerle alakalı olarak bugün birçok kaynakta elde edemeyeceğiniz demografik bilgiler, kentsel gelişmişlikler, ekonomik veriler, doğa ve iklim tanımlamaları, tarımsal ürünler ve gözlemler, sınırlar ve mesafeler, kütüphaneler, taşınır ve taşınmaz tarihî eserler, kitaplar ve kültürel ögeler ile yerel portrelere ulaşacaksınız. Kendisini insanlığa bir eser bırakma misyonuna adadığını söyleyen seyyah, bu kitabı sanki kendi ifadesiyle mecburi bir seyahat nedeniyle değil de gittiği yerlerin her bir detayını raporlayarak çağdaşlarına ve geleceğe bir armağan sunmak amacıyla yazdığı aşikârdır.

Аннотация

Anne Shirley, Summerside Lisesinde öğretmen olarak geçirdiği üç yılını Gilbert Blythe’a gönderdiği mektuplarında anlatıyor ve bu süreçte Windy Poplars adlı büyük bir evde iki yaşlı dul, Kate ve Chatty teyze, Rebecca Dew ve kedileri Dusty Miller ile birlikte yaşıyor. Green Gables’la bağını koparmayan Anne, yabancı bir yerde geçirdiği bu üç yılla birlikte yeni tecrübeler de ediniyor. «İstediğim zaman burada yapayalnız olabilirim. Arada bir yal­nız kalmanın iyi olduğunu sen de bilirsin. Rüzgârlar bana yaren­lik ederler. Feryat figan eser, iç çeker ve şarkılar mırıldanırlar ku­lemin etrafında. Kışın beyaz rüzgârları, ilkbaharın yeşil rüzgârları, sonbaharın kızıl rüzgârları ve tüm mevsimlerin yaban rüzgârları… 'Onun buyruğuna uyan fırtınalı rüzgârlar.' Bu İncil ayeti hep beni ürpertmiştir. Sanki her bir rüzgârın bana bir mesajı varmış gibi… George MacDonald’ın o eski hikâyesinde kuzey rüzgârı ile beraber uçan o çocuğa hep imrenmişimdir.»