Скачать книгу

Evet, haydi!

      Yarın Emâret'e gel, teyze, öğleyin beni bul;331

      Emîr'e söyleriz, elbette hayr olur me'mûl.

***

      Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık,

      Biz de çıktık vedâ edip artık.

      Hiç görünmeksizin gelip geçene,

      Doğru indik Halîfe'nin evine.

      “Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver”.

      Diye, koyvermiyordu, çünkü, Ömer.

      Etti az sonra subh-i velveledâr

      Uyuyan şehri kâmilen bîdâr.

      Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın.

      – Gâlibâ, teyze, uykusuz kaldın!

      İşte bağlanmak üzredir nafakan,

      Alacaksın her ay gelip buradan.

      Şimdi affeyledin, değil mi beni?

      – Böyle göster fakat adâletini.

      Ezanlar

      “İhtilâf-ı metâli' sebebiyle küre üzerinde ezansız zaman yoktur.” 332

      Zaman geçmez ki yüz binlerce kalbin vecd-i sekrânı,

      Zeminden yükselip, göklerde vahdetzâr-ı Yezdân'ı

      Ararken, dehşet-âkîn etmesin bir sayha vicdânı.

      Ne lâhûtî sadâ «Allahu ekber!» sarsıyor cânı…

      Bu bir gülbank-i Hak'tır, çok mudur inletse ekvânı?333

      Bu lâhûtî sadâ çıktıkça cûşa-cûş olup yerden,

      İner esrâr-ı kudret kibriyâ tavrıyle göklerden.

      Bütün âheng-i hilkat yâd ederken Hakk'ı ezberden,

      Vicâhî feyz alır artık o nûr’un-nûr-i ezherden:

      Hüveydâ şimdi cânandır seherden, şâm-ı esmerden!334

      Seher vaktinde mevcûdât, nûşîn hâb içindeyken,

      Bu rûhânî nevâ âfâkı mevcâ-mevc edip birden;

      Muhîtin kalb-i hâmûşunda başlar bir hazin şîven.

      Bakarsın her taraf zulmet, fakat bir zulmet-i rûşen!

      Semâ bîdâr, her yıldız cemâl’ullah'a bir revzen.335

      Maîşet kayd-ı can-fersâsının mahkûmu, bîzârı

      Bütün bîçâreler gündüz bu yâd-ı merhametkârı.

      Duyar sermest olur görmüş kadar ferdâ-yı dîdârı!

      O neşveyle, yorulmak şöyle dursun, en ağır bârı,

      Sürükler görmeden, göstermeden yılgınlık âsârı.336

      Güneş mağrib-güzîn olmuş, semâ esmer, ufuk gülgûn;

      Zaman durgun, zemin muğber, cihan dembeste, can

                                                                                                                                                    mahzûn;

      Gariblik rû-nüma yer yer, sükûnet dembedem efzûn…

      Bakarsın bir de gülbank-i İlâhî’den dolup gerdûn,

      O tenhayî-i sevdâvî olur Allah ile meskûn!337

      İnip vaktâ ki leylin dest-i istîlâsı gabrâya,

      Serer dünyâya zulmetten adem şeklinde bir sâye;

      Nazar medhûş ü müstağrak giderken zîr ü bâlâya,

      Döner, «Allahu ekber» cûşu yükseldikçe Mevlâ'ya,

      O müzlim sîne-i hilkat tecellîzâr-ı Sînâ'ya!338

      Senin, dem geçmiyor, yâdınla leb-rîz olmadan eb'âd;

      Ne müthiş saltanat, yâ Rab, nasıl âsûde istibdâd!

      O istibdâda hürmettir ezanlar, subhalar, evrâd…

      Hayır, sen rûh-i rahmetsin, bu sesler senden ister dâd,

      Verir miydin, eğer dâd etmesen, feryâda isti'dâd?339

***

      Gunûde rûh-i tabîat samîm-i zulmette…

      Sitâreler bile bâlâ-yı sermediyyette,

      Yavaş yavaş uyumak istiyor yumup gözünü;

      Seher semâların altında, açmıyor yüzünü.

      Firâş-ı leylde dinmiş bütün enîn-i hayat,

      Ridâ-bedûş-i sükûnet önümde hep safahat.340

      Görüp muhitimi dalgın hamûş bir vecde,

      O hâli ben de temâşâya daldım âsûde.

      Nigâhı, mest ediyorken bu levha-i mahmûr,

      Ufukta yükselerek bir sadâ-yı dûrâ-dûr,

      Yayıldı rûy-i zeminin o anda her yerine,

      Sokuldu leyl-i ketûmun bütün serâirine.

      Cihân-ı nâimi kaldırdı bî-karâr etti,

      Zalâm içinde ne âlemler âşikâr etti!

      O yükselen sesi tekrîre başlayıp eb'âd,

      Duyuldu sîne-i şebden medîd bir feryâd.341

      Semâya çıktı o feryâd, âh-ı ümmet olup!

      Semâdan indi o feryâd, rûh-i rahmet olup!

      Uzaktan andırıyorken, demin, heyûlâyı,

      Semâ'hâne-i leylin birer küçük nâyı

      Gibiydi şimdi hayâlimde her menâr-ı mehîb…

      O taş yürekte bu sûzişli nağmeler ne garîb!

      O nây-pârelerin sonra hepsi hem-dem olup,

      Uyandı rûh-i sükûnette bir azîm âşûb.

      Coşunca âlem-i câmidde sayha-i tehlîl,

      Minâreler bana gelmişti sûr-i İsrâfîl:

      Muhîte çekmiş iken dest-i şeb, ridâ-yı memât;

      Uyandı karşıki evlerde lem'a lem'a hayât.

      Uyandı sonra avâlim, uyandı rûh-i sabâh;

      Uyandı hâb-ı ademden birer birer eşbâh;

      Uyandı bende de bir şeb-çerâğ-ı zulmet-sûz,

      Ki

Скачать книгу


<p>331</p>

Emaret: Emîrlik, Devlet Reisi Dairesi.

<p>332</p>

Güneşin doğuş vaktindeki farklılıklar sebebiyle dünya üzerinde ezansız zaman yoktur.

<p>333</p>

Yüz binlerce kalbin mestane bir vecd içinde yerden semalara yükselip Allah’ın lâmekân vahdetini ararken bir sayhanın vicdanları dehşet içinde bırakmadığı bir zaman yoktur. O sayha, «Allahu ekber» diyen lâhûtî bir sadadır ki canları sarsar ve kâinatı inletir. Çünkü Cenabı Hakkın bir gül-bankidir.

<p>334</p>

O lâhûtî sada coşup da yerden yükselince esrar-ı kudret, azamet ve kibriyasıyla göklerden iner. Bütün mahlûkat, Hakkı ezber olarak yâd ederken artık o nurların nurundan apaşikâr feyiz alır. Çünkü seherden ve karanlık geceden görünen, cânanın tecellisidir.

<p>335</p>

Seher vaktinde bütün kâinat tatlı bir uyku içinde iken bu ruhanî nağme, ufukları dalgalandırır da etrafın sâkit kalbinde hazin bir enin peyda eder. Her taraf karanlıktır, fakat o karanlık, aydınlık bir zulmettir. Çünkü gökyüzü uyanıktır… Her yıldız da Allah’ın cemaline bir penceredir.

<p>336</p>

Ruhu yıpratan geçinme kaydına mahkûm olan biçareler, gündüzleri bu merhametli hâtırayı duyunca, âhirette didar-ı ilâhî temaşasına nail olmuş kadar mest olur. O neşvenin verdiği bir haz ile hayat yükünü taşımaktan, yorulmak şöyle dursun, yılgınlık eseri bile göstermeden en ağır yükleri sürükler ve taşır.

<p>337</p>

Güneş, batıya çekilmiş, gökyüzü esmerleşmiş, ufuk gül rengine boyanmış, zaman durgunluk içinde, zemin bir iğbirara gömülmüş, dünya susmuş, can manevî bir hüzne tutulmuş, her yerde bir gariplik görünüyor, sessizlik de gittikçe artıyor. Cihan bu hâle müstağrak iken feza birdenbire ilâhî bir gülbank ile dolar, yani akşam ezanı okunur. O sevdâvî tenhalık Allah’ın tekbir ve tehliliyle dolar.

<p>338</p>

Vakta ki zemine gecenin istilâsı iner. O istilânın eli, dünyaya yokluk şeklinde karanlık bir gölge serer. Gözler medhûş ve müstağrak bir hâlde yere ve göğe bakarken (Allahu ekber) nidası Mevlâ canibine yükselir de o karanlık gölge altındaki hilkat sahası, Sina'daki tecelli makamına döner.

<p>339</p>

Yâ Rabbi; uzaklıklar, senin hâtıranla akis vermeden bir an hâli kalmıyor: Bu ne müthiş bir saltanat, fakat ne kadar rahat bir istibdattır ki, ezanlar, teşbihler ve evrad, hepsi o istibdâda birer hürmettir. Hayır… istibdat değil, sen merhametin ruhusun, bu seslerin hepsi de senden adâlet ve inayet dilemektedir. Eğer evvelce adâlet göstermeseydin feryada kabiliyeti verir miydin?

<p>340</p>

Tabiatın ruhu, karanlığın kalbi içinde uyuyor. Yıldızlar bile feza içinde gözünü yumup yavaş yavaş uyumak istiyor. Seher, göklerin altında henüz yüzünü açmıyor. Hayat iniltisi, gecenin yatağında dinmiş, bütün safhalar ve sahalar sükûn ve sükût ridasına bürünmüş.

<p>341</p>

Muhitimin sakin bir vecde dalmış olduğunu görünce ben de o hâli temaşaya dalmıştım. Bu mahmûr levha, nazarımı mest ediyorken ufukta ve uzaktan uzağa bir ses yükseldi. O anda yeryüzünün her yerine yayıldı, sır vermeyen gecenin bütün sırları arasına sokuldu. Uyuyan âlemi uyandırdı ve kararını aldı, karanlıklar içinde birçok âlem meydana çıkardı. Uzaklıklar, o sesi tekrarladılar da gecenin göğsünden uzun bir feryat duyuldu.