Скачать книгу

gitmiş olmalı!”

      “Nu… Nu… Nuri mi?” dedi Muhtar Bay’ın hizmetkârı kekeleyip:

      “ Nu… Nu… Nuri… buğday ke… ke… kenarında keçi sakal…”

      “Korkma.” dedi Muhtar Bay bir kadını görse gevezeleşme alışkanlığıyla Reyhangül’e laf atarak:

      “Kocan kuzulu koyunu alır almaz saçına zamkla çeki düzen verip hazırlanmışsın değil mi?”

      “Bırakın bay abi, oğlum için üzülüyorum ben!”

      “Duydun değil mi, oğlun keçisakalı takmış, bana on yumurtalı saksağan getirecek ha ha ha!” Köydeşler yine kahkaha attılar.

      Gülmek ile ağlamak, huzur ile sıkıntı hep beraberdir. Onlar kardeştirler. Herkes gülerken Reyhan ağlıyordu. Muhtar Bay ise övünüyordu:

      “Çelme takmakta usta bu!”

      “Bunun çelmesi kıskaçtır!”

      “Hayır, o sensin Sarı Bey!”

      “Yavrum neredesin! Saçımı tarayıp kaşımı mustardla boyayıp makyaj yaptığıma lanet olsun! Akrabalarıma şimdi ne diyeceğim!” Reyhan ağlıyordu ama sesini küçük kızı İmhanem’den başka kimse duymuyordu. Bebek annesinin memelerini emerken minicik parmaklarıyla annesinin gözünden damlamakta olan gözyaşlarıyla oynayıp gülüyordu. Belki oğlu Nuri de şu anda bir yerde oynuyordu. Annesini ağlattığı için, henüz bebek olan bu kardeşi, babası ve buzağıya binip Çuh deyip dehleyip kahkaha atmakta olan küçük kardeşi gibi her zaman gülüyordu. Gam, kaygı ve gözyaşı sadece annelere verilmişti galiba! Eğer zenginlerin çocukları gamsız olsa Reyhan da gamsız yaşamış olmaz mıydı? İşte bu yirmi dokuz hane bulunan mahallenin nice bin ho tarlası Reyhan ile Ziyavdun’un dedesinin tarlasıymış. Erkekler topraklarını satıp bu mahalleyi inşa edinceye kadar eğlenceyle gün geçirmişler. Peki, hatun kızlar? Ağlamak, sızlamak, kaygılanmaktan başka bir şey görmemiş. Reyhan on beş yaşında Ziyavdun’ la evlendikten sonra kaygı ve gözyaşından başka ne gördü? Yazın erkeklerle beraber tarlada çalışıyor, çifte koşulan ata biniyor, tarlanın sulama kanalını yapıyor, çalıları biçip bağlıyor, deste yapıyordu. Harmanın en son ürünleri eve taşınıncaya kadar her tane tahıl, her bağlam ot, saman, yoncalar onun dikkatinden kaçmıyordu. Baldırın içi sürmüşse gece sabaha kadar uyumuyordu. Tezek kurutmak, gübre yaymak, tavuklara kümes yapmak, büyük teknede sallanarak hamur yapmak, ekmek yapmak için komşu evlerine gidip süt istemek, tandırı tezek, samanla ateşlendirip, ekmek hamuru hazırlamak, hatta bir tabak tuz suyu, kolluk, kıskaçları tandır başına taşımak, tandırın bacasını kapatmak… Bu gibi işlerin hepsini kendisi yapıyordu. Erkekler bu işlerle ilgilenmiyordu. Her iş annenindi. Ev işi, tarla işi de annenindi. Anneler ağlamak, erken ölmek için yaratılmışlardı. Erkekler ise eğlenmek, gülmek için… Ah, anne olmak ne kadar da zordu! Şu anda Ziyavdun eğlence toplantısındaydı. Reyhan ise çocuklarını uyuttuktan sonra kayıplara karışmış oğlu için ağlıyordu. Gözyaşları Kışlaktam’ın çeşmeleri gibi durmadan akıyordu. Başı ise Tarata’nın taş kömürü gibi sertleşmiş, duygusuzlaşmıştı. Uyuyamıyordu. Yazın bu aydınlık gecesi onun için adeta karanlık bir zindan, bu zindan da onun hayalleri gibi dehşet vericiydi.

      Gece sakindi, bir yerlerden şarkı sesi geliyordu. Şarkı söyleyen şehirden çıkmış arabacı mı, tarla sulamakta olan çiftçi mi ya da nefsini tatmin etmiş bir kadın avcısı mıydı, kim bilir? Ama sesi güzel biriydi. Genç bayanın sıkkın gönlüne bir ferahlık nuru girmiş oldu sanki ve iç çekerek:

      “Nuri oğlum çok güzel şarkı söylüyor, tabağı tef yapıp çalıyor. Buğday biçme, Garip Sanem şarkılarını çok güzel söyleyebiliyor. Nerelerde kaldın oğlum? Giysilerin yırtılsa veya kirlense ne yaparsın?” Oğlunun evde kalmış giysilerini göğsüne basıp yine ağladı. Derken birisi bahçeye bakan kare pencereye vurdu. Şaşkınlıkla dönüp baktı ve pencereye asılı duran saksağan ölüsünden (kışın asmıştı, şimdiye kadar duruyordu) başka bir şey göremedi.

      “Kim o?” diye bağırdı Reyhan.

      “Dışarı çık Reyhan!” dedi tanıdık bir ses: “Kocan Zi yek, Süleyman Kaşgarlı’nın evine gitti, bilmiyor musun, onun eşi Ziyek’in metresi, hadi çık! Kerpiç çay, kırmızı başörtüsü getirdim!”

      “Allah belanı versin, kahrolası yabandomuzu!”

      “İnleme kancık! Ben bu mahallede kimlere dokunmadım ki. İnadına gireceğim yoksa!”

      “Geberesice be adam, akrabalık nereye gitti? Eşim seni Muhtar Bay diye sayıyor, kendi kardeşine bile kötülük etmeyi düşünmüşsün bre gâvur! Ziyavdun gelirse derini soyar atar yabandomuzu!”

      “Hadi çık diyorum, Ziyek şu anda sürtük Tunsahan’ın koynunda.”

      “Git, defol!”

      “Pişman olursun!”

      “Başına balta vuracağım yoksa!”

      “Az önce gözüme gül göründün, değilse bana kadın mı yok, nice bayan şu an Muhtar Bay ne zaman gelir diye tavan penceresinden yıldız sayarak yatıyor!”

      “Belanı bulursun hayvan!” dedi Reyhan, hıçkırarak ağlayıp:

      “Kötülüğünden dolayı gelinlerin iffetsiz, oğulların çapkın oldu. Ağılının arkasına bir bak! Gelinlerini dikizleyen nice mahlûk kızışmış köpek gibi yatıyor.”

      “Hadi gel, birisi geliyor!”

      “Allah’ım, o adam Ziyavdun olsun!”

      Beklediği gibi, Ziyavdun avluya şarkı söyleyerek giriverdi. Pencere başındaki Muhtar Bay birden kayboldu.

      “Niye böyle keyiflisin?” dedi Reyhan, ay ışığında kocasına gücenerek:

      “Nereden geliyorsun?”

      “Kaşgarlıyı güreşte yenmiştim, Muhtar Bay bunun için toy düzenledi. Üstelik bir kuzulu koyun armağan etti hayatım!”

      “Ya siz? Süleyman’ın eşine ne verdiniz?”

      “Delirdin mi hatun, eğlence devam ediyor, şarkılar danslar zirveye çıktı, ben senin için oradan sıyrıldım, üzgünsün, endişelendim.”

      “O halde niye şarkı söylüyorsunuz?”

      “Biz Tarancılar darağacına giderken bile şarkı söyleyen deli adamlarız, alışkanlık bu hayatım!”

      Reyhan gülümsedi. Ziyavdun eşinin yanına çırılçıplak soyunup girdi ve ay ışığından utanarak eşini kang11 duvar yanına çekti. Reyhangül iri yarı çiftçinin tanıdık koku, tanıdık vücudu ve kendine sonsuz huzur veren hareketinden bu gece bambaşka bir şekilde rahatlayıp gözlerini kapatarak nazlanıp kocasını övdü.

      Atını hazırlatıp, şahini bileğine kondurup, mahalleden çıkınca her yer onun tarlasıydı. Buğdayları aynı düzeyde yetişerek, tahta gibi dümdüz olmuştu. Uçsuz bucaksız tarla dalgalanıyordu. Dere kenarı yoğun çalı, çeşitli çiçek ve bitkilerle süslenmişti. Onun kara yorgası her yerden yol bulup sürçmeden yürüyordu. Adımları hızlıydı, biniciyi sarsmıyordu. Fakat bugün ne var ki arada bir tökezleyip Muhtar Bay’ı sinirlendiriyordu. Bıldırcınlar öterek durmadan uçup çıktı. Ama şahin uçup kenardaki dut ağacına konup bir tane bıldırcın bile kapmadı. Önceleri şahinler uçup çıkan bıldırcını göğsüyle vururdu. Bıldırcınlar yere düşünce av köpekleri onları dişleyerek sahibinin önüne diri olarak getirirdi. Muhtar Bay ise onları keskin bıçağıyla kesip eyerine bağlıyordu. Bugün bir tane bile bıldırcın avlayamadı, canı sıkıldı. Üstelik

Скачать книгу


<p>11</p>

Kang—Çince kelime, ocak ateşiyle ısıtılan, genellikle kerpiçten yapılan taraça.