Скачать книгу

Yurdunuzun gözdesiymiş. Dört eşinizden on üç çocuğunuz var ama birisi bile okuma yazmayı bilmiyor. Gözde çocuğunuz Kamerdin, medresede dört sene okumasına rağmen Kuran okumayı hala başaramadı. İşte! Çocuk olsun, Nuri gibi olsun! Onu çocuklarınıza örnek yapın. Bu çocuk matematikte birinciymiş. Şiir yazabiliyor, resim yapabiliyor, dutar6 çalıp şarkı söyleyebiliyormuş. Puşkin, Abdullah Tokay, Nevayı gibi harika bir çocukmuş… ”

      “Harikaymış!” dedi bey, kendine çeki düzen vererek:

      “Yukarıya geç oğlum, misafirim ol. Nogay ablan seni peygamberi över gibi övüyor. Hey halayık, kuzu kesin, kımız getirin, evimize değerli bir misafirimiz gelmiş!”

      Beyin güzel bahçesindeki büyük karaağaçlar, kucaktan aşan kavak ağaçlarının dallarındaki kargalar o kadar çoktu ki sanki dünyadaki tüm kargalar buraya toplanmış gibiy di. Sarıcık ve yusufçukların güzel sesleri geliyordu. Yabani tavşanlar koşuyordu. Bahçe sanki rivayetlerdeki esrarengiz ormanlığa benziyordu. Bahçenin ortasında bir ırmak akıyordu, kenarındaki kavaklar iki kenar arasında uzanarak hem köprü hem de salıncak olmuştu. İçi çürüyüp boşalan kavak ağaçlarının arasında akdut ağacı vardı. Belki nice yüz seneden beri meyve verip gelmişti. Sık elma ağaçları arasındaki çimenlik daha da huzurluydu. Yatarsan döşek, takla atarsan yastık, sırtüstü yatarsan esrarengiz bir dünya.

      “Böyle bir bahçe şehirde bile yok.” dedi Sabiha. O, on beş yaşında olmasına rağmen oldukça güzel, uzun kollu beyaz bluzundan göğüsleri belirmeye başlayan, uzun iki örgülü saçı gür ve parlak, ince ve uzun boylu bir kızdı:

      “Ben bu bahçeyi seviyorum, tıpkı şahların bahçesine benziyor.”

      “Doğru.” dedi Nuri, kızın sevimli yüzüne bakıp:

      “Bu şahane bir bahçedir. Sanem canım, şah bahçesinin size özel olduğunu bilemedim, dediği işte bu olmalı!7

      “Yapmayın!” Kız, nar gibi kızarıp yere baktı:

      “Böyle konuşursanız buradan kaçıp gideceğim!”

      Nuri utancından yanındaki ırmağa baktı. Eğilip bükülen söğüt dalları, hareketli akan açık sarı bahar sularını doyumsuzca öpüyordu. Koyu ağaçlar arasından gürleyerek kalkan serçeler, onların başındaki eski karaağaç dallarında şevkle ötüyordu. Aşığını defalarca çağırıp yorulan Zeynep “Kakkuk…ka…ka…kakku!” diye yorgun bir sesle inliyordu. Uzaklarda bir aygır kişnedi, kavak ağacı dallarının tepesinde şahin ve sungurlar öttü, güvercinler gökte gül şeklini oluşturarak uçtu. Haziran ayının bütün güzelliği sanki şu anda kendini gösterdi, insana huzur vermek için kendini bağışlayan doğa, kendi evlatlarını tüm sevgisiyle karşıladı. Nuri’nin damarlarında sanki kan değil ateş akıyordu. Kalbi bir anda kora dönüştü, vücudu yıldırım çarpmış gibi silkindi. Hayatında emsali görülmemiş bir heyecanla sarhoş olmuştu. Diline hâkim olamıyordu. Konuşkanlığı, cesurluğu gitmişti. Yere bakarak, yeni konuşmaya başlayan bir çocuk gibi kekeledi:

      “Hayır… Siz Sabiha…”

      Sesine, çocukluk karamsarlığı, bitmekte olan fakir arzuları, sessiz feryadı sinmişti. Zengin kız ile fakir oğlan arasında mutluluk değil sadece facia olurdu. Fakirlerin arzusu zenginlere yabancı gelirdi. Güzel hayal meyvesiz ağaçtır, ben hayalimle mutlu olmaya alıştım. Sabiha ile Abduömer Bey’in bahçesinde değil, hayal bahçemde ömrüm boyunca beraber olayım, diye düşündü ve erken solmuş çiçek parçacıkları gibi kırıldı:

      “Ben gideyim artık.”

      “Daha erken.” dedi kız, saçının ucunu çözerek:

      “Size soracaklarım var.”

      Kızın arkasından çekinerek yürüyüp eski bir dut ağacının yanına geldi. Dut dalları tatlı dutlarla doluydu, yerde de vardı, ayak basmak zordu. Yerdeki en temiz, tatlı dutları seçerek yediler.

      “Ağaca çıkıp yiyelim, bakın, kara serçe bile daldan koparıp yiyor.” diyerek güldü kız.

      Onun gülmesi tambur sesi gibi tatlı, porselen sesi gibi ince ve bulmaca gibi esrarengizdi.

      Nuri, kızın bir yerine dokunsa yanacakmış gibi hissederek kaçıp ağaca tırmandı. Kız da yalın ayak bir şekilde onun yanında tırmanmaktaydı. Nuri üç kola ayrılmış dalın üzerinde oturup, avucunu tatlı dut taneleriyle doldurdu. İnci taneleri gibi cilalı, tatlı bu meyveyi ağzına nasıl soksun? O küçük yaşlarından beri en tatlı, güzel meyveleri annesi veya kardeşine vermeye alışmıştı. Gayriihtiyarî bir şekilde aşağıya baktı, baktı da bu bakışıyla kızın bakışları denk geldi. Kızın kendisine bakan gözlerine, gülümseyen dudaklarına aşırı mutluluk ve istekle bakınca kızarıp telaşlanarak elindeki dutu kıza sundu. Kız elleriyle dallara tutunmuştu, ağzını açtı. Nuri dutun birini onun ağzına attı ve heyecandan rüzgârda sallanan söğüt dalı gibi titredi. Nuri akşamleyin mahallesine doğru yayan yürüyerek yola çıktı. Beyin bahçelerle kuşatılan mahallesi, dört tarafa giden binek arabası yolları geride kaldı. Nuri, bahçelerden kuş gibi hızlı geçip, mahallenin duyarlı köpeklerini ulutmadan ana ırmak kenarına geldi ve çiftçilerin suyu izleyerek oluşturduğu patika yoluyla güneye doğru yürüdü. O, hiçbir zaman bugünkü gibi heyecanlanmamış tı. Önündeki Sar Dağı’nın karlı zirvelerine, yamaçlarındaki çamlarına, İli Nehri’nin öbür kıyısındaki uçsuz bucaksız bozkırlara şairane duygularla baka kaldı. Git gide uzaklaşmakta olan bey otlağına sık sık dönüp baktı. Orası sanki Nuri’yi çağırıyor, benim ömürlük yiğidim ol diye yalvarıyor, ona insan hayatındaki en güzel şeyi takdim ediyordu. Ama gizli bir güç onu buradan gitmeye, arkasına dönüp bakmamaya sürüklüyordu.

      Karlı doruklara baktı. Doruklar bulutlara kadar uzanmış, bulutlar ise uçsuz bucaksız göğe bağlanmıştı. “Böylesine yüksek iki tepe!” dedi, patika kenarındaki çalıların fidanlarını okşayarak. “Murat, maksat nedir? Ya onun yolu? Lomonosof, Darvin, Puşkin gibi adam olmaktır. Lomonosof on dört yaşında ilkokula girmiş, çalışarak âlim olmuştur. Üstelik yedi fenden âlim… Newton evlenmemiştir, Nobel de öyle. Sevgi ve rahata düşkünlük adamı mahveder. Evet, o kızı unutmam gerek, arkama dönüp o mahalleye bakmamam gerek…” Böyle dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Önünde yine Sabiha belirdi. Onun ırmak kenarında ve çimenlikte söylediği sözler Nuri’nin aklına geldi… Kız, annesinin “Baban Almatı’da kurşunla vurularak haksız yere infaz edilmişti. Baban iyi eğitim görmüş, Rusçayı iyi bilen, yakışıklı bir Uygur yiğidiydi. Ben Onunla Moskova’da tanışıp, Almatı’da evlenmiştim. Baban zengin adamın kızını aldığı için Bolşevik’ten çıkartılmıştı, sonra Almatı’da Alaş Orda, Şeyhul İslam iddialarıyla idam edildi. Rahmetli baban “İki kızımı alıp Gulca’ya git, okutup iyi yetiştir diye ikaz etmişti. Benim gibi eğitim görmüş Tatar kızı çocuklarını eğitmeyi nazara almasaydı, bu kaba saba beyin küçük hatunu olur muydu? Benim vücudum hayat sürüyor fakat ruhum ölmüştür. Sizler çok çalışıp okuyup yararlı adam olun” sözünü gözyaşlarını dökerek söylemişti. Nuri hayalinde, yaya yolunda çalıları kucaklayıp gözyaşlarını dökerek “Hoşçakal Sabiha, sevgi sana göre de bir uçurumdur. Şansımız varsa annen ile baban gibi bir büyük şehirde karşılaşırız. Sana söz veriyorum, ilk sevgimle yaşayacağım, tıpkı Newton, Nobel, Nevayi gibi…” diye Sabiha ile gıyaben vedalaştı.

* * *

      Ziyavdun oğlunun talebini asla geri çevirmemiş, oğlu da babasına aşırı talepte bulunmamıştı. Oğlu bugün “Baba, ben şehre girip Musabayofların fabrikasında çalışayım. Tatilin sona ermesine bir ay kalmış. Biraz da para kazanayım,

Скачать книгу


<p>6</p>

Dutar—iki telli bir çalgı aleti

<p>7</p>

Burada Nuri “Garip Sanem” destanından alıntı alarak espri yapmıştır.