Скачать книгу

Kısrak beyime söyleyin, olmadık yeri kaşımasında kaşıması gereken yeri kaşısın…”

      “Hey Tayyip, sözüne dikkat et!” dedi Muhtar Bay, özgüvenle:

      “Biliyor musun, alaca kısrak geliyor dese beşikteki bebek ağlar, kısır kalmış hatun da doğuruverir. Hepimizi zincirle bağlayıp, dana sürüsü gibi hapse atmasın o Kaşgarlı!”

      “Senin de ağabeyin varmış ha Muhtar ağa!”

      “Merak etme Ziyek!” dedi Muhtar Bay, debdebeli bir şekilde bağırarak:

      “Beyler vergi buğdayını dökecek, dökmezse otlağını yakacağız. Ben beye söylerim, hizmetçiler bey ağabeyimi sıkıştırır, sen korkma! Reyhangül’ü getir, ata bindirip eve götüreyim. Bak, nasıl korktu kadıncağız!”

      Reyhangül hayır demeye fırsat bulamadan, Ziyavdun eşini bebek gibi kaldırıp kara yorganın sırtına bindirdi. At ayağını yere vurmaya başlayınca Reyhangül korkup Muhtar Bayın kuşağını tuttu, Muhtar Bay Ziyavdun ‘un küçük kızını da kucağına aldı ve atını dehledi. At mahalleye doğru yorgaya kalktı.

      “Beni sıkı tut, ürküyor bu at, beni sıkı kucaklamazsan seni yere atar!” diye çıkıştı Muhtar Bay.

      Reyhangül gönlündeki nefreti birden unuttu. Hoş ve titreyen sesiyle:

      “Bay abi” dedi, “bay” kelimesini vurgulayarak. “Alaca Kısrak denen adam acımasız diyorlar, onu tutup bağlar mı?”

      “Ziyek’i mi?”

      “Evet!”

      “Dedim ya, bay ağabeyinin gönlünü alsan Ziyek’e kimse dokunamaz!”

      “Ağabeyim olduğunuz halde hemşirenize kötü niyette olmazsınız değil mi?”

      “Ne demek kötü niyet? Ne istersen vereceğim, sen de öyle yapacaksın!”

      Bay, arkasında sırtına yapışarak oturan Reyhan’ın kalçasına sol eliyle vurdu. Reyhan:

      “Şimdi aklıma geldi, bir bağlam pelin süpürge dermek istiyordum. Durun, kızımı da alayım.” dedi.

      Muhtar Bay ise atını dehledi. Yorga at hızla mahalleye doğru koştu. Reyhan çığlık attı. At homurdanıp derelerden atlayarak mahalleye değil, mahallenin doğu tarafındaki karaağaç ormanlığına doğru koştu. Reyhan bağırdı, bayın sırtına vurdu. Kızı annesiyle birlikte çığlık attı fakat bay aldırış etmedi. Reyhan, ormanlığa varırsa hiçbir şey olmamış olsa da kötü söylentilerin yayılacağını biliyordu. Çünkü mahallede bu tür dedikodular güzel yemeğin kokusu gibi hızlı yayılırdı. Dönemeçteki ırmağa geldiğinde Reyhan, kumluk kıyıya kendini attı ve yere düşüp yuvarlanarak tarla sarmaşığında durdu. Dirseğinin sürtülmesinden başka hiçbir yeri yaralanmadı. O, ayağa kalkmadan Bay atını durdurdu ve attan sıçrayarak inip çocuğu yere oturtup Reyhan’ı sarmaşıkta bastı. Reyhan ne bağırabildi, ne kıpırdayabildi. Bayın sert sakalları onun yüz ve boyunlarına sürüldü. Reyhan ayağıyla Bayı sert bir şekilde tekmeledi. Bay, yana doğru düştü. Reyhan hemen ayağa kalkıp ağlayan kızını kucakladı ve hıçkırarak:

      “Baş belası yabandomuzu!” diye bağırdı.

      Bay yerinden zorlukla kalkıp, şapkasını alarak giydi ve Reyhan’a bakmadan:

      “Kancık!” diye küfretti ve atına binip şehre doğru gitti. Reyhan kızını alıp bir bağlam pelin derleyip evine geldiğinde hava kararmış, çiftçiler ot yüklenen atlarına binip, pilav yemek için “orak başı”18 olacak eve gidiyordu.

      “Şimdi mi geldin?” dedi Ziyavdun, eşine atla yürüyerek yanaşıp ve arkasında oturan oğluna dönüp:

      “Bu kavun karpuzları annenle beraber eve taşıdıktan sonra pilav yemeye git, Dera’yı da götür.” diye buyurdu.

      Reyhan, oğulları Bera, Dera, Hemra ve kızı İmhan ile avlu taraçasında oturup karpuzları kırıp yedi ve çocuklarına:

      “Kabak aşı yaparım hemen.” dedi ve kovasını alıp ırmağa su almaya gitti. Sevinç ile üzüntü, mutluluk ile gözyaşı sık sık değişen bu küçücük mahallede gündüz ile gecenin, hafta ile ayların değişmesi de öyle hızlı ve kolaydı. Yaz boyunca yabancılaşmış tavuklar kuru yapraklarla dolu bahçelerden, kuru ot ve saman yığınıyla dolmuş avlu, ağıllara çekinerek geliyor. Ardı ardına öten, taçları kıpkırmızı, yeniden tüy çıkarmış civciv horozlar, yaz boyunca kendilerini arkasına takıp, kanatları altında uyutup bakmış annelerini tanımamış gibi, kendi sahipleri olan Bera, Dera isimli âdemoğullarını da tanımıyorlardı. Bu adamlar onlara göre bahçede sık sık karşılaşan yabani kedi, tavşan, köpek, buzağı gibi dört ayaklı hayvanlardan farksızdı. Onlar şimdi hangi sebze yığını altında yumurtadan çıktığını bilmediği gibi, çok geçmeden burada neler olacağını da bilmiyordu. Doğa dilsizdir ama her şeyi işaretle bildirebilir. İşte çapkın horozlar! Tavuk kovalamak, yem yemek ve heyecanla ötmekten başka bir şey bilmiyorlardı. Eğer bilselerdi, Muhtar Bay’ın bu karanlık bahçeyi yazdan beri kaç defa dolaştığını, bir kadının bahçeye çıkmasını bekleyip otlar arasında kaç defa gecelediğini sahiplerine söylemiş olurlardı. Her sene ara sıra ekin biçen, böylece kendisinin her şeyde yetenekli olduğunu herkese gösteren Muhtar Bay, bu sene bir defa bile orak tutmadı. Mescide sık sık uğrayarak Cuma namazı kılar, mahalle imamını kötüler, bu mahallenin hakiminin imam, mütevelli veya bey dahi değil, kendisi olduğunu göstermek isterdi. Bu sene, bu işi de bıraktı. Hep Reyhan’ı düşünüyordu. Hayalinde ona seslenip “Ziyek’i bırak, benimle evlen. Küçük hatun olmak istemezsen büyük hatun ol. Akbaş Gülnisa Büvi’yi altı çocuğuyla birlikte üç talak etmeye razıyım.” diye yalvarıp yakınıyordu. Onun için bu dünyadaki hey şey anlamsız, bir tek Reyhan hayatın ta kendisi, ehemmiyeti ve varlığıydı. O, bahçesine çıkıp kızlarından çiçekleri soruyor, bir çiçeğe reyhan dendiği an onu gizlice kokluyordu. “Irmak kenarında reyhan bitkisi varmış.” sözünü duyunca, ırmak kenarında uyumaya başladı. Eğer birisi ona “Kâbe nerede?” diye sorsa, hiç tereddüt etmeden “Kâbe işte o Ziyek’in evi.” diyecekti. O, çift kanatlı kapısının koltuğunda oturup Ziyek’in avlasunun bahçe kapısına saatlerce bakıyordu. Birisi gelip:

      “Selamün Aleyküm, neden oturuyorsunuz böyle?” dese “Nerede?” diye şuursuzca sert tepki gösteriyordu. Yaz sona erip keyifli sonbahar da son buldu. Düğünler, at yarışması mevsimi başladı. Sonbaharın son günleri Ziyavdun’un evinde her gün tartışma, her saat çekişme yaşanıyordu.

      Yoğun kar yağmadan önce şehre taşınalım.” diyordu Reyhan, her gün sabah hava durumuna bakıp:

      “Bakın, hava durumu kötü!”

      “Hele o günü oğlunun ziyaretinden geldim ya hatun.” diyordu Ziyavdun, sıkça tekrarlanan bu sözlerden sıkılarak:

      “Sünnet düğününü bir yapalım, sonra konuşalım!”

      “Düğünü burada yapıp çocuğu şehirde yatağa yatıralım.”

      “Hayır hatun! Muhtar Bay abi kabul etmez!”

      “Çocuk onun mu yoksa sizin mi?”

      “Atalık sıfatında olan abi o!”

      “Aman Allah’ım!”

      Reyhangül, Bay’ın yaptıklarını, yaz boyunca, pencere başından gitmediğini, bırakmadığını, yalvardığını ve kötü niyette olduğunu sadece “Aman Allah’ım” kelimesiyle ifade ediyordu. Fakat Ziyavdun, kadın dilinin bu kadar çok anlamı olduğunu nereden bilsin. Eşine teselli verip sevindirmek için:

      “Nuri,

Скачать книгу


<p>18</p>

Buğday biçtiği gün buğday tarlasında çalışanlara yemek veren tarla sahibi.