Скачать книгу

sanırdım.

      Ada’nın bir istisna olduğunu görüyorum.

      Meriken güzelliğinin örneği olmalı.

      Kendimi çok gösterişsiz hissediyordum.

      Sonra çaktırmadan aynaya baktım ve benim de çok güzel olduğuma kendimi ikna ettim. Ama ben doğulu bir güzeldim.

      Farklı cazibelerimiz vardı.

      O, ilkbaharın beyaz gün ışığıyken ben sonbaharın sarı ay ışığıydım. Biri canlılık, öteki tatlılıktır.

      Gülümsedim.

      O da hemen bana gülümsedi.

      Küçük tebessümümüz sevgi doluydu.

      Elini omzuma koydu. Elmas yüzüğü nasıl da yanıp sönüyordu! Yüzümün parlak ve pürüzsüz cildini övdü.

      Birkaç çil serpiştirilmiş yüzü çok beyazdı. Bu çillerin dağılışı, Ada’nın yüzüne bir canlılık katıyordu. (Fakat San Francisco’nun havası, kadınlarda çok fazla çil çıkarmıyor mu?) Ada’nın cilt dokusu ince değildi. Yüzü pudramsı tüyleri olan olgun bir şeftali gibiydi.

      Amerikan toplumunda koyu tenin popülerlik kazandığı doğru mu acaba?

      O halde, Japon tarzı güzellik öne çıkıyor demektir. Buna çok memnun oldum.

      Onun zarif dişlerini överek iltifatına karşılık verdim.

      Ada, modern Amerikey’in hür doğmuş kızı.

      Ağzını kocaman açmaktan korkmasına asla gerek yok.

      Günde üç kez özel bir diş tozu kullanıyor olmalı.

      “Şimdiden çok iyi arkadaş olduk, öyle değil mi?” diye sordum.

      Sonra parmak uçlarımı başının arkasına götürüp kestane rengi saçlarından birkaç tutam çektim.

      “Yapma, lütfen!” dedi ve suçlayıcı gözlerini tatlı tatlı kaldırdı. O zaman arkadaşlığımız tasdik edilmiş oldu.

      Kızların birbirilerine itimat etmesi fazla vakit almaz.

      İlk başta Ada’nın benimle baş başa bir şiir sohbetine başlayabileceğinden korkuyordum. Psalm of Life şiirinin ilk mısrasını hatırlamaya çalıştım zira Longfellow karşıma çıkacak ilk şair olacaktı.

      Heyhat! Hepsini unutmuştum.

      Bana sorduğu soru, şiirin uzak köşelerinden gelmediği için mutluydum.

      “Golf oynar mısın?” diye sordu.

      Japonya’da aynı şeylerin olduğunu zannediyor.

      Ada! Ah, zavallı Ada!

* * *

      Muhterem konsolos ile amcam öğle yemeği masasında aptal gibi görünüyordu.

      Meriken hanımların onlara zor bir soru sormasından korkuyorlardı sanırım.

      Bayan Konsolos ve Ada aç domuzlar gibi yemek yedi. (Aflarına sığınıyorum!)

      “Bir kedi gibi yiyorsun!” cümlesi, Meriken kadınları için yeterli bir iltifat değildir.

      Onların ne Macaulay ne de Irving’in İngilizcesiyle konuştuklarını fark ettim.

29 Ekim

      Bir dil yedim ve öküz kuyruğu çorbası içtim.

      Şüphe uyandıran köpüklü dil ve pis bambu kuyruğu bir düşünün!

      Bunları tatmaya meyletmek dahi şok edici değil mi?

      Annem beni bu halde görse, Japonya’daki hiçbir tapınağın kutsal mekânına girmeme izin vermezdi. Bu yiyecekler yüzünden bütünüyle kirlenmiş olduğumu söylerdi.

      Galiba yavaş yavaş ormandaki bir vahşi hayvana dönüşeceğim.

      Amcam daha da büyük bir utanmazlık yaptı. Bir işkembe yedi.

      Bana söylenene göre “batı denizi patlıcanında” çiçek hastalığına yol açan bir tatta pişirilmiş.

      Domuz ayaklarını çok sevdiğini söyledi.

      Yazıklar olsun Nippon beylerine!

      Harai tamae! Kiyome tamae!15

30 Ekim

      “Cik, cik, cik!”

      Otel odamın penceresinde küçük bir güvercin ötüyordu.

      Kocaman Amerika’nın güvercininin Nippon’da doğmuş güvercinler kadar küçük olduğuna inanamamıştım.

      Burada atlar kocaman. Kadınların ağzı kocaman, neredeyse bir timsahınki gibi. Polisler de kocaman.

      O küçük güvercin, benim aile manastırımın önündeki bambu çalılıklarından gelmiş olabilir diye hayal ettim.

      “Sevimli serseri, Meriken Kenbutsu için okyanusu aşıp mı geldin?” dedim.

      “Cik, cik! Cik, cik, cik!” diye öttü neşeyle.

      Acaba “cik, cik” İngilizce mi?

      Onu içeri almak için pencereyi yukarı kaldırıp açtım.

      Oy, ma, gitmişti!

      Çok üzüldüm.

      Biricik evimi özlüyordum.

      Şimdi ülkemde o harika kasımpatı mevsimi yaşanıyor. Dangozaka’daki gösteriyi kaçırdım.

      Bir tokonomada16 çiçekleri seyrederken zaman ne kadar güzel geçerdi.

      Çiçeklerin o sıcak yüzü olmayınca her yer bana gri bir çöl gibi geliyor.

      Japonya’da çiçeklerin fiyatı yoktur. Tıpkı şairlerin bir öneminin olması gibi. Çünkü orada herkes şairdir. Oysa bu şehirde çok kıymetliler. Gerçi Amerikan şairlerinin servet kazandığından pek emin değilim.

      Güzel bir menekşe buketi satın aldım.

      Pek çok genç beyefendinin yanından geçtim. Acaba gözleri çiçeklerime mi yoksa ellerime mi ilişmişti?

      Eldiven takmıyorum. Çünkü eldivenin sert dokunuşundan hoşlanmıyorum. Hakikaten, küçük ellerimi göstermek pek hoşuma gidiyor.

      Menekşeyi çok severim çünkü sevgili John Keats’in en sevdiği çiçekti tabii ki.

31 Ekim

      Bayan Konsolos, Bay Longfellow hakkında üzücü bir haber verdi.

      Onun artık Amerikan hanımlarının idolü olmadığını söyledi.

      Rahat bir yuvaya çekilmiş ve okul çocuklarıyla ilgilenecekmiş.

      Zavallı ihtiyar şair!

1 Kasım

      Amerikan sandalyeleri çok yüksek.

      Yoksa bacaklarım mı çok kısa?

      Sanki hâkim karşısına çıkarılıyormuş gibi sandalyede sürekli dik oturmak çok rahatsızlık vericiydi.

      Bir de şu korseler ve ayakkabılar var!

      Beni acımasızca kavramışlardı.

      Birkaç saatimi Japon tarzında geçirmeye karar verdim. Cennetten kaçmış bir melek gibi yerde uzanacağım.

      Odamın kapısını kilitledikten sonra bir krep kimono ile Anka kuşu işlemeli kemerimi çıkardım.

      “Kotsu, kotsu, kotsu!”

      Birisi kapımı çalıyordu.

      Oy, bu gelen Ada idi! Benim “Frisco Gülü” ya da “Van Ness Kelebeği” arkadaşım.

      (Şehrin

Скачать книгу


<p>15</p>

Cinleri çıkarın içinizden! Arının! (ç.n.)

<p>16</p>

Japon evlerinin misafir odasında sanat eserlerinin sergilendiği ve zeminden biraz yükseltilmiş olan alan. (ç.n.)