Скачать книгу

Meriken hanımları beni böylesi pejmürde ve çopur bir beyefendinin “tatlı” karısı zannederse?

      Neyse, sorun olmayacak diye düşündüm çünkü San Francisco’da yolumuz ayrılacaktı.

      (Amcamın dediğine göre çiçek bozuğu Amerika’da nadirmiş. Hiçbir ülke çiçek bozuğunu özel olarak talep etmiyor anlaşılan.)

      Çocuksu kayıtsızlığı ve samuraylara has nezaketi onu farklı kılıyor. O kocaman kahkahası “ha, ha, ha!” diye ta bin metre uzaktan yankılanıyor.

      Şarap bardağını asla elinden düşürmez. Amcam onun hiç yemek yememesinden şikâyet ediyor.

      Elçi, kadehini ne kadar çok tazelerse Çin meselesi hakkındaki belagati de o denli artıyor. İçki içerken dahi bir diplomatın muhterem standardını korumayı unutmuyor.

      Bir sarhoşun belagatinde sevimlilik görüyorum.

* * *

      İlk defa güverteye çıktım.

      Heyhat, okyanusun tehditkâr görkemiyle yüzleşecek kadar güçlü değildim! Ulviliği beni çarpmış ve yaralamıştı.

      Ah, yağlı gibi gözüken suların o enginliği! Ne kadar da göz korkutucu bir büyüklük!

      Bir yıldız, hüzünlü tek bir yıldız parlıyordu tepemizde.

      O küçük yıldızın gökyüzündeki bir geminin güvertesinde yapayalnız titrediğini düşünüyordum.

      Yıldız ile ben ağlaşıyorduk.

13 Ekim

      Muhterem elçimizin fırçalamakta olduğu silindir şapkasının içindeki “7 yen” etiketini gördüğümde, okyanustaki ilk kahkahamı patlattım.

      O kocaman başlığı göreve atanmasından hemen önce almış olmalı.

      Öyle bir kâğıdı çıkarmamış olması ne kadar aptalcaydı!

      İşte o zaman bir kahkaha attım.

      O kadar dayanılmaz şekilde komik olan şeyin ne olduğunu sordu.

      Daha da çok gülecektim. “Ah, canım benim!” dememek için zor tuttum kendimi.

      Günlerdir yatağa sımsıkı tutunmuş olan “biçare ben” bugün harika hissediyordum.

      Okyanus sakinleşiyordu.

      Karadayken gözlerim binlerce ayartıyla karşılaşır. Oysa burada yalnızca suları ya da güneş ışıklarını görmek için açıyorum gözlerimi.

      Ben yaşadıklarımdan ders almam fakat ışık gösterilerini takdir etmeyi öğrendim.

      Bu ışıklar beyazdı. Ah, ne göksel bir beyazlıktı bu!

      Rüzgârla kabaran dalgalar, beyaz dişlerini ışıldatarak Güneş’i kutsayan harika bir şarkı söylüyordu usulca.

      Deniz yolculuğu pek de fena değilmiş, ha?

      Japonya’ya yüzümü dönerek açık güverteye sıkıca yerleştim.

      Ben dağlara tapıyorum.

      Heyhat! O muhteşem kar kubbesini yani Fuji Dağı’nı göremiyordum.

* * *

      Bir düzine, hatta iki düzine peri gökyüzünden okyanusa indi.

      Rüya görüyordum.

      Öyle mutluydum ki!

14 Ekim

      Saçlarım ne kadar da karışıktı! Doğudan ayrıldığımdan beri saçımı düzene koymamıştım. Japonya’da polis, böylesi bir pejmürdeliğe ceza keserdi.

      Bütün sabah boyunca saçlarımla meşgul oldum.

15 Ekim

      Pazar ayini yapıldı.

      Bir deniz yolculuğunda dua etmekten daha doğal bir şey yoktur.

      Karayı terk ettik. Okyanusun ise dibi yok.

      Her an “iniltilerimizle suları köpürterek bir mezarımız olmadan, cenaze çanımız çalmadan, tabuta konmadan ve kim olduğumuz dahi bilinmeden” ölebiliriz.

      Yalnızca dua bizi metanetli kılar.

      Gölgesi kalbimi kaplayan Görünmez Yüce Güç’e seslendim.

      O, Hıristiyanlığın Tanrısı olmayabilir. Budizmin Hotoke Saması da değildir.

      Şu kızıl suratlı denizciler, niçin “küfretmek” yerine göksel ilahiler okumuyorlar?

16 Ekim

      Amerikey çok uzaklarda.

      San Francisco’nun küçücük bir noktası bile görünmüyor ufukta!

      Acaba memleketime hiç dönmezsem ne olur diye düşünüyordum.

      Zengin ve yakışıklı bir Merikan’la evlilik mi yapacaktım?

      Bir daha böyle bir okyanusu gemiyle aşmamaya neredeyse kararlıydım. Bir Trans-Pasifik demiryolu yapılana dek sabırla bekleyeceğim.

      Güneşin tadını çıkarıyordum.

      “Belgic”in yanlış bir yola girdiğini hayal ediyordum.

      Peki ya sonra?

      Fener gibi gözleri olan ifritlere ya da uluyan yamyamlara mı yaklaşmaktaydım?

      “İya, iya, hayır! Lotus Yiyenlerin tarihi adasında gururla karaya çıkacağım,” dedim.

      Ne diye yanıma Homeros’u almadım ki? Okyanus, onun görkemli sadeliği ve yüksek kıvraklığı için en uygun yer.

      Lord Tennyson’ın Lotus Yiyenler şiirinden birkaç bölüm geldi aklıma. Hakikaten, Lord Tennyson, kulağa “şair Tennyson”dan hoş geliyor. Unvanları severim ama günümüzde milyonerler kadar sıradan kabul ediliyorlar.

      Bir Japon şairinin farklı bir üslubu vardır.

      Biraz şairlik yapayım mı?

      Suç değil ya.

      Lotus Yiyenler adlı şiirime şu güçlü mısralarla başlıyorum:

      Ey sessiz gölgelerin rüya dolu ülkesi!

      Ey sakin günün huzur üfleyen ülkesi!

      Ey tebessümlerin ve ninnilerin yavaş ülkesi!

      Ey mis kokulu neşe ve çiçek ülkesi!

      Ey sessiz Lotus Yiyenler’in ebedi ülkesi!

      Sonra münasebetsiz bir şairin yıllar evvel aynı şeyleri yazmış olabileceğinden korktum.

      Şiir üretmek yavaş bir iş.

      Modern insanlar şiiri eski moda diyerek önemsemiyorlar. Acaba ben de daha modern bir sanat için şiirden vazgeçsem mi?

17 Ekim

      Yün ipten bir çift erkek çorabı örmeye başladım.

      Bu çoraplar, bu deniz yolculuğunun hatıralığı olacak.

      (Sır tutamıyorum.)

      Dürüstçe söylemeliyim ki bu çorapları müstakbel “sevgilime” vermek üzere tasarladım.

      Yün kırmızı ve benim candan bağlılığımın bir simgesi.

      Çoraplar kendi ayaklarımdan çok büyük olmamalı. Büyük ayaklı beylerden hoşlanmıyorum.

18 Ekim

      Amcam şiirsel ilhamla yazdığım eserimin tamamlanıp tamamlanmadığını sordu.

      “Amca, daha on satır bile yazmadım. Benim Lotus Yiyenler şiirim, Gölün Hanımı şiiriyle aynı uzunlukta olacak. Görüyorsun ya Oji San, benim eserim yalnızca nitelik değil nicelik bakımından

Скачать книгу