Скачать книгу

ne olduğunu bilmedikleri ama ikisine de sonsuz keyif veren bir şey vardı. Coşkulu ve tatlı bir parıltı, ikisini de her zamankinden güzel kılıyordu. Amadeus, genç kıza “Küçük yaban kedim!” diyordu. Sık sık avludaki serin asma çardağının altına uzanıp yanına gelip onu ısırması ve okşaması için bir kediye işaret eder gibi Giuditta’yı çağırırdı.

      Çoğu zaman da kemanıyla onu baştan çıkarıp yanına getirirdi. Özellikle de şehvetli bir İtalyan gecesi gökleri kapladığında ve büyükler bahçede bir aşağı bir yukarı yürürken. İşte o zaman Giuditta, Amadeus’un ayaklarının dibine uzanıp ellerini başının altında kavuşturur, yıldızlı gökyüzüne gözlerini diker ve sessiz bir vecit içinde Amadeus’un bir sihirbaz gibi enstrümandan çıkardığı sesleri dinlerdi. Delikanlı saatlerce çalar, kız da dinlerdi. Tek bir söz söylemezdi ama kara gözleri, Amadeus’un koyu geceye söylediği mest edici melodileri yıldızlara anlatırdı. Eski bir hikâyeydi bu, dünyanın en güzel hikâyesiydi. Hiçbir amacı hatta zevki dahi içermeyen, çiğ kadar saf, ateş kadar saf o tertemiz tutkunun masum ifadesiydi.

      Sonunda Amadeus muhtemelen bir dizinin üstüne çöker ve uzun süredir bu amaçla uzatılmış olan dolgun dudaklara bir öpücük kondururdu. Ardından oğlan ile “yaban kedisi” arasındaki oyun başlardı.

      Nihayet yataklarına gittiklerinde Wolfgang, bütün o muzipliklerini düşünüp kendi kendine kahkahalar atar ve çabucak uykuya dalardı. Giuditta için ise durum farklıydı. Dünya kadar buzlu su içse serinlemesi mümkün değildi. Eskisi gibi uykusu gelmiyordu. Uykuya daldığında ise yatağında dönüp duruyor ve tuhaf rüyalarında bir şeyler mırıldanıyordu.

      Altıncı Bölüm

      Stratejiye Karşı Strateji

      Romalı güzel kızın Amadeus’a duyduğu aşkta bir büyük kederi ve bir de büyük rakibi vardı. Rakibi müzikti. Üzüntüsü ise arkadaşının ebediyen kollarından sıyrılıp bir başka dünyaya adım atmasıydı. Amadeus’un peşinden bu dünyaya gitmesi imkânsızdı. Sık sık el ele tutuşup otururlardı. Ama genç maestronun ruhu bir anda uzaklarda, kendi sihirli müzik diyarında olurdu. Masaldaki genç kız gibi Giuditta da kayıp prensinin ardından kapının sertçe kapandığını işitip tek başına ağlar dururdu. Genç kız, müziği hakikaten çok seviyordu ve sanatı takdir etme becerisinden mahrum değildi fakat kendisi henüz bu sanatta hiçbir şey yapamıyordu.

      Ancak Amadeus, genç kızın hoş bir kontralto sesi olduğunu keşfetmiş ve ona şarkı söylemeyi öğretmeye karar vermişti. Bu plan güzel arkadaşını son derece memnun etmişti çünkü günde birkaç saat boyunca Amadeus’u başka kimseyle paylaşmamak için müthiş bir fırsattı. Giuditta son derece gayretli bir öğrenciydi. Yalnız, bazı zamanlar, öğreneceği sanata duyduğu coşkulu hevesle yumuşak kolunu onun beline sarıp her kelimesini ve sesini dikkatle dinlediğinde ve yalvaran kara gözleriyle ruhunu onun gözlerinin mavi derinliklerine nüfuz ettirdiğinde, öğretmeni üzerinde tuhaf bir tesir bırakıyordu. İşte o zaman, Amadeus genç kızın sıcak elinin kendi avcunda titreyişini hissediyordu ta ki yüzü şöyle bir kızarana ve yarı acı yarı sevinçten ibaret bir his ona dokunup kalbini küt küt attırana dek.

      Bu iki masum, birbirlerini ödüllendirme yöntemi bakımından müthiş bir benzerliğe sahipti. Giuditta cesurca pratik yapıp şan dersini çok iyi öğrenmişse, öğretmeni “küçük yaban kedisi”ni çenesinden tutup baştan çıkarıcı yüzünü kendine çevirerek çalışkanlığı karşılığında ona ardı ardına güçlü öpücükler verirdi. Ama sonra, ödül falan hak etmediğini ve kendisi gibi kötü bir öğrenciye verdiği emek nedeniyle Amadeus’a ne kadar teşekkür etse yetmeyeceğini düşünen Giuditta, elbette ona sıkıca yanaşıp dudaklarına ateşli öpücükler kondururdu. Bunlar öyle yakıcı ve tutkulu öpücüklerdi ki genç öğretmen kulaklarına kadar kızarır ve neredeyse başı dönerdi. Sonra okşayışlarının karşılığında genç kıza öyle müşfik bir zevkle bakardı ki adil ruhu, ona iadesini tekrar tekrar ödemeye mecbur hissederdi kendini.

      Güney ikliminin rehavetine yenik düşen Baba Mozart, bu derslerin yapıldığı sırada siesta yapmayı âdet edinmişti. Ders başladıktan kısa süre sonra genellikle derin uykuda oluyordu.

      Fakat bu dünyada ölümlülük dışında hiçbir şey ölümsüz değildir. İşte böylece Roma’da geçirmeleri kararlaştırılmış süre de sona yaklaşmaktaydı. Bir sonraki durakları Napoli olacaktı. Orkestra Şefi hazırlıklara başlamıştı bile.

      Yaklaşan ayrılığın bu iki genç kalbe ne büyük bir ıstırap yüklediğini hayal etmek güç değil. Tek tesellileri birkaç hafta sonra birbirlerini tekrar göreceklerine inanmalarıydı. Baba Mozart, Wolfgang’ın evin güzel kızına karşı kardeşçe bir şefkatten çok daha fazlasını hissettiğini anladığı için belirlenen günde yola çıkmaya daha da kararlıydı. Çok stratejik davranarak misafirperver Uslinghi’lerin evine çabucak geri döneceklerini umduğunu özellikle vurgulamış ve Napoli’ye sadece küçük bir gezi yapacaklarını söyleyerek Roma’dan ayrılmalarını önemsiz göstermişti. Fakat ferasetli Orkestra Şefi, orada kaldıkları son veda faslını mümkün olduğunca kısa tutmak için şu haberi verdi: Kardinal Pallavicini’nin tavsiyesi üzerine Carmelite cemaatinden bir grup keşişe katılacaklardı. Keşişler, ertesi sabah şafak sökerken Marino’ya gitmek üzere manastırlarından yola çıkacaktı. Onları geciktirmemek adına o geceyi manastırda geçirmeleri en iyisi olacaktı. Tedbirli adam gerekli hazırlıkları çoktan yaptırmıştı. Son sözü “Haydi arabaya!” oldu.

      Baba Mozart alışılmışın dışında neşeliydi. Madam Uslinghi’yle şakalaştı, Giuditta’yı öptü ve güzel evlerine hemen geri döneceklerinden bahsedip durdu.

      Baba neşelendikçe gençler daha da kederleniyordu. Amadeus’un şen ve canlı hayal gücü onları bekleyen birkaç haftalık ayrılığı aşıyordu fakat güzel arkadaşıyla ilişkisinde onsuz yola çıkmayı imkânsız kılan adı konulmamış bir şey vardı. Buna karşın, babasının iradesi bu çocuk için kanun demekti. Gitmek zorundaydı.

      Giuditta kalbindeki hisleri kimsenin görmesine izin vermedi. Acısını göstermeyecek kadar gururlu muydu? Yoksa kurnaz Orkestra Şefi’nin, birlikte geçirecekleri son enfes geceyi çalmak için başvurduğu hileye mi içerlemişti? Her halükârda, o son anda öyle canlı ve neşeliydi ki sanki misafirleri günlük bir kır gezintisine çıkıyordu.

      “Şan pratiği yap. Döndüğümde derslere devam edeceğiz,” diye bağırdı Amadeus Giuditta’ya ayrılırken. Sonra genç kızın kulağına usulca ekledi: “Başka bazı şeylere de!”

      “Evet,” diye cevap verdi Giuditta ve Amadeus’un küçük beyaz elini tutarken fısıldadı: “Marino’ya vardığınızda Azize Cecilia mağarasına git. Ama tek başına, duydun mu? Yalnız başına git ve benim için bir Paternoster26 oku! Unutma sakın!”

      “Bana güvenebilirsin, küçük yaban kedisi,” diye cevap verdi Wolfgang zorlama bir neşeyle. Babasının uzun adımlarını takip ettiği sırada boğazındaki düğümlenme hissini bastırmaya çalışıyordu.

      Ertesi gün kurak ve tenha Campagna27 boyunca yaptıkları can sıkıcı yolculuğun ardından Marino’daki Austin manastırına ulaştılar. Burada birkaç saat dinlenip akşam yemeği yiyeceklerdi. Wolfgang çok sessizdi, bütün yol boyunca ıssız düşüncelere daldığı belliydi. Harabelerin ve yer yer yabani hayvanların görüldüğü bu terk edilmiş, ağaçsız geniş ovada onunki gibi şarkılar, güneş ışığı ve çiçekler için doğmuş bir yüreği neşelendirecek pek az şey vardı. Akşam yemeği vakti geldiğinde tek başına birkaç portakal yiyeceğini söyleyip özür dileyerek sofradan kalktı.

      Dolayısıyla,

Скачать книгу


<p>26</p>

Hıristiyanlıkta “Babamız” veya “Gerçek Dua” olarak bilinen bir dua. (ç.n.)

<p>27</p>

Roma şehrini çevreleyen düzlük arazi. (ç.n.)