Скачать книгу

tüm sesler sadece bir uğultuya dönüşüyor, anlaşılmaz bir gürültüye.

      Sonra kalabalık geliyor. Birileri adımı zikrediyor. Çekiştiriyorlar üstümü başımı.

      Sürüklüyorlar.

      Karşı koymak istiyorum, ellerim ayaklarım oynamıyor.

      Yapmayın diyorum, yapıyorlar.

      Sanki dallarım kırılıyor. Eklemlerimi ayırıyorlar. Canımı çıkarıyorlar.

      Sonra her şey uzaklaşıyor. Tüm sesler uzak bir uğultu gibi.

      Sessizlik bile bir uğultu gibi.

      Kozalaklar çıtırdıyor.

      Reçine kokusu,

      Gözlerimi açıyorum.

      Yataktayım.

      Kaldırmış mı beni? Yatağa nasıl geldim? Hayal meyal hatırlıyorum birkaç kişi tarafından sürüklenerek taşındığımı. Yastık çok serin, uyuyabilir miyim artık? Dev kütükler tavanı boydan boya geçiyor, kirişler buluşup üst üste oturuyorlar. Birbirine değen yerler kenetlenerek kaynaşmış. Çam olmalı bunlar. Koyu kahverengi derin, yaşlı çizgileri var.

      Güzel kokuyor bu oda, diğeri gibi karmaşık değil. Kaldırmaya çalışıyorum üstümdeki ağır şeyi, neyden yapılmış bu? Soğuk giriyor aralıklardan. Terlemişim, tekrar üşümeye ve titremeye başlıyorum. Çıkamıyorum.

      Titrek uzun bacaklı örümcekler düşmeden köprüleri geçmeye çalışıyor tavanda. Tavanın kirişleri arasında onlarcası, bazılarının bacakları eksik, o kadar narinler ki kopmuşlar tutundukları yeri bırakamadan. Sekiz bacaklı örümcekler ve dört bacaklı örümcekler, kirişlerin tırnakları arasında düşmekle düşmemek arasında salınıyorlar. Nokta kadar bedenlere bağlı upuzun kıldan bacaklar. Yorganı kafama çekiyorum üstüme düşmesinler diye. Uyursam ağzıma girerler. Yutamazsın bu uzun bacakları, küçük dilinin orada bir yerlere takılırlar.

      Karanlıkta titrerken Games beliriyor. Nedir ki bu Games?

      Garamanis.

      Karamanis.

      Karames.

      Karamesh.

      Kames…

      Güleç suratıyla sürünerek çıkıyor üstüme.

      Karamesih.

      Göğsümün tam ortasına oturuyor. Kalbinin atışlarını göğsümde hissediyorum. Sıcaklığı bedenimi kaplıyor. Ama ben yine de titriyorum, daha çok üşüdüğümü hissettiriyor.

      Kadın geliyor sonra. Zorla açıyor üstümü. Yalvarıyorum bırak donuyorum, diye. Parçalıyor üstümdeki kıyafetleri. Çıplak koltuk altlarımı ve baldırlarımı Games’e yalatıyor. Dili derimi yırtarken, donuyor peşinden salyayla ıslanan yerler.

      Kadın gidince tekrar gömülüyorum yorgana, gömüldükçe titriyorum.

      Az sonra tekrar kadın geliyor. Bas bas bağırıyor dibimde. Yorganı zorla çekip alıyor üstümden ve beni hamur gibi yoğuruyor. Kasıklarıma buz basıyor ben ağlarken.

      Dayanamıyorum acıya. Titremem bitene kadar hırpalıyor beni.

      Ve ter boşalıyor bedenimden. Ayak parmaklarım o zaman ısınıyor. Kadın beni sarmalayıp gidiyor.

      Muhtar

      Yorganın altında gerinirken karnımda bir kıpırtı hissediyorum.

      Kedi kurulmuş oraya; besili, ağır.

      Bir Uzakdoğu geleneğinde, yeni bir ev yapılınca içine kedi bırakırlarmış. Hayvan, doğası gereği evin en sıcak noktasına kurulurmuş ve orada uyurmuş. Tüm ev içinde yatağın serileceği en uygun yer o şekilde belirlenirmiş. Hava akımlarını hisseden kedi, cereyanın olmadığı en sıcak yeri belirleyebiliyormuş. Daha uygun bir yöntem olabilir mi, bu tür bir belirleme için? Tamamen deneysel ve bilimsel… Bin yıl sonra da kullanılabilecek bir yöntem.

      Ağır bir yün yorganın altında uyanıyorum. Kediye tespit ettirilen yer burası olmalı, karnımın tam ortası. Geniş bir tavanın altında ama odanın merkezine kurulmuş bir yatak, bir duvar kenarında değil. Kafamın altında uzun, sert bir yastık var. Yastık değil sanki bir ağaç kütüğü. Boynumun bükülmesine uygun yükseklikte… Kıpırdadıkça yorganın soğuk tarafları değiyor ayaklarıma. Sanki bir cos sesi geliyor değen bu yerlerde. Ayağım bir kor, yorgan ise kar. Uzun bir hastalığın nekahet döneminden çıkmış gibi tatlı bir mahmurluk var üzerimde. Aç hissediyorum. İyi bu. Açlığı hissetmek güzel! İyileştiğimi anlıyorum. Yattığım yerde bile başım hafifçe dönüyor. Yatak ve oda dalgalanıyor. Ama gördüğüm her şeyde sıhhatin pırıltısı var.

      Odanın mis gibi reçine kokusuna is karışmış, gülsuyu ve biraz da arap sabunu. Bir de pis koku var.

      Kedi hareket etmemden memnun değilmiş gibi bir ifadeyle kilimin üzerine atlıyor. Ters ters bakıyor. Bacaklarını öne uzatıp bedenini bir yay gibi geriyor ve hemen yalanmaya başlıyor. Patilerini diliyle ıslatıp gözlerine sürüyor.

      Odadaki kuzine bir süredir sönmüş olmalı. İs kokusu oradan gelmiş. İçerisi bir hayli serin. Başucumda benim için bırakıldığı anlaşılan yün içlikleri ve fanilayı görüyorum. Kıyafetlerim de özenle katlanmış. Bana aitler ama hangi arada yıkandılar, hangi arada kurudular? Arap sabunun kokusu buradan geliyor.

      Üstümdekiler ise berbat halde, nemliler ve ter kokuyorlar. Pis kokunun kaynağı da bu. Yastığımda siyah bir kafa izi, utanç verici…

      Yemekten hemen sonra ateşlenmiş olmalıyım. Yatağa geldikten sonrasına dair bir şey hatırlamıyorum. Aslında geldiğimi de, taşımışlar beni. Havaleli rüyalarıma dair bir anı yok. Kütük gibi bir uyku…

      Bu odanın camındaki kar da temizlenmiş. Dışarıda açık bir hava var. Masmavi gökyüzünün parıldaması gözlerimi alıyor. Üstümü değiştirmeye başlayınca, çay bardağında dönen kaşığın şıkırtılarını duyuyorum. Yıkansam iyi olacak ama çaresizce yün pantolonumu ve kazağımı üstüme geçiriyorum, eskiye göre daha temizim en azından.

      Odamın yarı aralık kapısı gece boyunca rahatsız edilmeden kontrol edildiğimi anlatıyor. Eski ahşap bir komodin var, marangoz usulü kötü işçilikle yapılmış. Üzerinde su dolu çinko kaplama bir kap, bezler ve gül suyu şişesi. Ateşimi düşürmeye çalışmışlar.

      Sofa buz gibi, kesiyor tabanlarımı. Çıplak ayaklarım hafif ıslak toprak zeminde bıçakla kesilir gibi üşüyor. Üç adımda diğer odaya atıyorum kendimi. Yine is, reçine ama bu defa tereyağı, hafif de yanan kozalak ve tezek kokusuyla. Fazlasıyla sıcak. Kuzine gümbür gümbür, üstteki deliğinden alevlerin ışıltısı tavana vuruyor.

      Yaşlı kadın yine aynı yere kurulmuş. Sanki tüm gece o sacın başından hiç ayrılmamış. Bazlama yapıyor bu defa, fark etmiyor beni.

      “Günaydın!”

      Seslendiğimi duymuyor. Minderin köşesine kurulmuş yaşlı adamı fark ediyorum, beni görür görmez hopluyor ayağa, kendine çeki düzen verirken yanıtlıyor, “Hayırlı sabahlar. Gel sobaya ver arhanı, otur hele!” Sanki evin her zamanki adamıyım.

      Çocuk oralı değil. Yine, manzarası kardan sıyrılmış pencerenin bir metrelik pervazında oturuyor, elinde tahtanın üzerine çivi çakılarak oluşturulmuş bir oyuncakla uğraşıyor.

      Bacaklarım titriyor halsizlik ve açlıktan. Gösterdiği yere devriliyorum. Ağzındaki büyük lokmayı yanağının kenarına sıkıştırıyor, “Goyün muhtarıyım. Esmim Ahmet,” bir yandan da sofradakileri önüme iteliyor. “Bazlamaları soğutma!”

      “Sağ

Скачать книгу