Скачать книгу

Sanki yerlerinde yoklar. Morarmış uçlarla karşılaşmaya hazır olarak çıkarıyorum kalıplaşmış yün çorabımı. Neyse ki parmaklarım yerinde ve sağlıklı görünüyor. Botun sıkıştırması ve soğuk sebebiyle uyuşmuşlar. Yapışkan pisliğe dönüşmüş yün içlikten kurtulmak için biraz daha beklemem gerekecek. Evde kiminle karşılaşacağımı bilmiyorum.

      Sağda, açık görünen oda kapısından içeride yaşlı bir kadın yer sofrasında hamur açıyor. Ya başındaki kat kat yaşmaktan ya da yaşlılığın getirisi sağırlıktan dolayı seslendiğimi duymamış olmalı. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor hatta yüksek sesle konuşuyor, “Yesinler… Sıcah sıcah… Velibah… Acıhmıştır…”

      Çocuk iç tarafta mavi buz parlaklığındaki pencere boşluğunda oturuyor. Kıyafetlerinden ne ara kurtulmuş? Üstündekiler üç kat iri gösteriyormuş onu meğer. Çırpı gibi incecik vücudu ortaya çıkmış. Sıcak yerinden memnun, neredeyse yarı bedeni büyüklüğünde bir kediyi kucağına sarmış okşuyor. Ben umurunda bile değilim. Ne yabancılıyor ne bir tepki gösteriyor. Bu pencere evin arka tarafına bakıyor olmalı. Önü karla kapalı değil. Manzarayı tahmin edebiliyorum.

      “Merhaba!” bu defa adeta bağırıyorum. Kadın, görünen yaşlılığıyla tezat oluşturacak bir çeviklikle fırlıyor. Korkuttuğuma üzülürken, içten yaşlı sesiyle bağırıyor. Duymakta zorlandığı kesin bir şekilde anlaşılıyor. Benden çok kendine duyurmaya çalışıyor gibi sesini. Çocuğun annesi olamayacak kadar yaşlı. Olsa olsa ninesi.

      “Vay, hoş geldin yavrım, gel gel otur hele!” Zaten beni beklediği her halinden belli, en ufak bir çekinmesi yok. Yalınayak, soyunuk dökünük, darmadağın garip halimi hiç umursamıyor. Odanın diğer ucunda duvardan biraz uzakta kurulu kuzineye doğru beni iteliyor.

      “Yeni köy öğretmeniyim, adım Muzaffer.”

      “Biliyom yavrım, biz de seni bekliyoduh, hoş geldin, hoş geldin.

      “Hoş bulduk, gerçi biraz zor bulduk ama…”

      “Gussura galma. Herkezler seni bekliyordu ama gaybımız var bugün, cenezeye gettiler, gelirler az soora.” Bir taraftan da çam kozalaklarını kuzineye döküyor. Közün üstünde biraz çıtırdadıktan sonra bir üflemesiyle canlanan alev hemen gürüldemeye başlıyor.

      “Ha evet, öğrendim, genç bir hanımmış galiba, başınız sağ olsun, böyle çabuk mu…” neden bu kadar hızla defin işine giriştiklerini merak ediyorum, sorumu bitirmeden anlıyor, “He ceneze mi? Nedecez ki yavrım? Donar galır soora. Yazıhtır.”

      “Öyle ya, başınız sağolsun, akraba mıydı?”

      “Sen sagol yavrım, goyde herkez ahraba, Ümmüşani yegenimdi, çoh dezeydi çoh,” sesi çatallanıyor. Elinin tersini diğer avucuna vuruyor. Dövünüp ağlamaya başlayacak diye endişeleniyorum. Ninenin benim için kaldığı anlaşılıyor. Karşılama komitem çocuk, nine ve köpekten oluşuyor.

      Geçiştirmek için soruyorum, aslında şu anda çok da umursamıyorum, “Vah vah, neyden öldü?”

      “Vah ki ne vah, yavrım, canavar parçaladı,”

      Bu defa gerçekten merakla yineliyorum, garip kelimeyi.

      “Canavar?” gözümde tek bir şey canlanıyor, “Kurt mu?”

      Bu sefer yanıtlayan çocuk oluyor, sesini genleştirerek, “Ulu gurt!”

      Yanan çam reçinesinin hoş kokusu odayı sarıyor. Kuzinenin hava deliklerinden süzülen ışık loş tavanda dalgalanıyor. Bir süre sadece kozalakların çıtırtısını dinliyoruz. Ama buna rağmen bir türlü rahatlamaya bırakamıyorum kendimi.

      “Kurt insana saldırır mı hiç?”

      Nine çocuğun çenesini tekrar açmaması için sesini sertleştiriyor, “Yavrım bu sıpaya bahma sen, aç galıyorlar ya gışın, aslında davara geliyolar. Şole dolu, yigit bir adama yanaşmazlar, zayıfı yahalarlarsa amma… Beçare, çeşmeye inmiş dün gece, ahmah işte, bir başına, çeşmenin başında… Bağırtısını duymuşlar ama yetişecek adam mı galdı goyde, çohtan parçalamışlar. Ben bahamadım cenezeye, içini parçalamışlar ya ta,” irkiliyor, titriyor, unutmak ister gibi saca kuruluyor tekrar, sonra konuyu değiştiriyor, “Sen otur hele bir şu guzinenin yahınına, bir gendine gel, ısın, muhtar da goyluyle cenezeye gitti, ekindiden sonra…”

      Tekrar saca ve kendiyle konuşma işine dönüyor; sıcah sıcah diyor, soğumasın diyor, adam yorulmuş, acıhmış, bi yesin hele dinlensin diyor; sacda pişirdiklerini yanan parmaklarını yalayarak yanındaki tepsiye atıyor. Sesli sesli düşünüyor.

      Yer minderine yerleşiyorum. Bir hayli yüksek ve arkaya doğru derin. Yaslanmak için geriye doğru yayılmam gerekiyor.

      Köşenin birinde döşekler üst üste yığılmış. Odanın geniş tavanını yaşlı ama sağlam iki ağaç sütun taşıyor. Sütunlardaki tahta çıkıntılardan birine yerleştirilmiş gaz yağı lambası odayı aydınlatmaya çalışıyor. Kuzinenin boruları tellerle tavana bağlı bir şekilde odayı boydan boya geçiyor. Boruların üzerinde tel bir askıda üç beş bez parçası kurutulmak için asılmış. Gürültüsü bile iç ısıtan kuzinenin üstünde büyük bir bakır kazan var, muhtemelen suyu kullanarak ısıyı daha uzun süre korumak amacıyla. Kapının yanındaki köşelerden biri mutfak şeklinde düzenlenmiş, raflarda dizili bardaklarla tencereler… Duvarda asılı soğan, sarımsak, diğer köşe ise banyo ve temizlik için ortak kullanıldığı anlaşılan cağlık. Koyu yeşil yosunla kaplanmış, hafif bir arap sabunu kokusu yayıyor.

      Bedenim ısınıyor, değiştiremediğim kıyafetlerim üzerimde tekrar kuruyor ama ayak parmak uçlarım ısınmak bilmiyor. İşte tam o ısınmayan yerden içim çekiliyor, titriyor.

      Nine sonunda sacda yaptıklarından koyarken sesli düşünmeyi bırakıp bana hitaba dönüyor, “Yanına çalhama vereyim, iç,” Teneke bardaktan, iç ferahlatan sıvıyı yudumluyorum. Ekşimiş yoğurtla yapılmış buz gibi ayran boğazıma aktıkça ne kadar susamış olduğumu anlıyorum. Kana kana yutuyorum bu serinliği.

      “He, garda susadığını anlaman, için gavrulmuş, hadi ye hele!” diyor bardağımı tekrar doldururken.

      “Bu nedir?”

      “Valibah; emaçer pattes ve hamurulan açıyoh, on denesi bi barmah galınlığında olacah, o zamanı mahbuldür.”

      Çocuk tekrar ilgi gösteriyor bu söz üzerine, iştahı açılmış olmalı ki pencereden atlıyor yanımıza, eline tokadı yiyene kadar tepside dizili olanların boyunu parmağıyla ölçüyor, “Elini yıha hele, mendebura dohandın!” Kedi gibi geri sıçrıyor çocuk.

      Kadın, parmaklarını yalayıp elini üfleye üfleye tepsiye bir tane de çocuk için bırakırken, “Tereyağı da bıraham mı?” diye soruyor. Zaten oldukça yağlı, gerek görmüyorum ama çocuk bağırıyor iştahla, “Bırah, nene, bırah!”

      Kadın şöyle bir ters ters süzüyor çocuğu, “Arsuz!” diyor, ama sevecen bir gülüşle, kâsenin içinde köpükleri hâlâ fokurdayan kızgın tereyağını koyuyor. Ben daha ne yapacağımı anlamadan, çocuk tereyağına batırıp ağzına gömüyor valibahlardan birini.

      Ayrandan aldığım tat, bu hamur işi yemekten gelmiyor. Burnum koku alma duyusunu kaybetmiş. Rahatsızlığım gittikçe artıyor. Vakit hakkında da tahmin yürütemiyorum. Saatimi yokluyorum cebimde, kurmayı unutmuşum durmuş, ama tahminen üç saat geçmiş olmalı kasabadan ayrılalı.

      Sobanın sıcaklığı ve karnımın tokluğuyla iyice mayışıyorum, dik duramaz haldeyim. Yaşlı kadın garip enerjisiyle sürekli odadan dışarı çıkıyor, harala gürele bir şeylerle uğraşıyor.

Скачать книгу