Скачать книгу

daha önce sadece üç kişide görülmüş bir hastalığın pençesinde Gilbert’ın tedavisi altındayken… Walter okula başlayacakken… Nan, annesinin tuvalet aynasındaki koca bir şişe parfümü içmişken… Öleceğini düşünseler de en ufak bir kötüleşme belirtisi göstermemişti küçük kız. Ingleside’da hayatın “sıkıcı” olduğunu söylemek tuhaftı. Yabancı bir kara kedi arka verandada on kedicik yavrulamışken… Shirley kendini banyoya kilitleyip kapıyı nasıl açacağını unutmuşken… Bücürük bir parça yağlı sinek kâğıdının içinde yuvarlanmışken… Mary Maria teyze gecenin köründe elinde mumla sinsi sinsi dolaştığı bir vakit perdeleri ateşe verip tüm ev ahalisini ayağa kaldırmışken Ingleside’ın “sıkıcı” olduğu yorumu komikti.

      Mary Maria teyze hâlâ Ingleside’da kalıyordu. Zaman zaman acınası bir şekilde, “Benden sıkıldığınız zaman haber verin. Ben kendi başımın çaresine bakmaya alışkınım ne de olsa.” derdi. Bu ifade karşısında söylenebilecek tek bir söz vardı ve Gilbert da bu sözü söylüyordu hâliyle. Yine de ilk zamanlar söylediği kadar içtenlikle söylememeye başlamıştı artık. Gilbert’ın akraba düşkünlüğü azalmaya başlamıştı bile. Bayan Cornelia’nın burun kıvırarak “tam da erkek” gibi tespitini haklı çıkaracak bir çaresizlikle anlamaya başlamıştı Mary Maria teyzenin evinde ufaktan bir soruna yol açıyor olduğunu. Bir keresinde içinde kimse yaşamayan evlerin acı çektiğini söyleyerek imada bulunmaya cüret etmişti. Ona hak veren Mary Maria, Charlottetown’daki evini satmaya niyetli olduğunu söyledi sakince.

      “Fena fikir değil.” diyerek onu teşvik etti Gilbert. “Şehirde satılık çok tatlı ufak bir ev biliyorum. Arkadaşlarımdan biri Kaliforniya’ya taşınacak. Hani bayıldığınız Bayan Sarah Newman’ın evi var ya. İşte ona çok benziyor.”

      “Ama o yalnız yaşıyor.” diye iç çekti Mary Maria teyze.

      “Hâlinden de memnun.” dedi Anne ümitle.

      “Tek başına yaşamaktan zevk alan insanlarda bir sorun vardır Anne.” dedi Mary Maria teyze.

      Susan tam homurdanacakken kendine güç bela engel oldu.

      Diana eylül ayında bir haftalığına geldi. Sonra Küçük Elizabeth geldi. Ne var ki o artık Küçük Elizabeth değildi. Uzun boylu, incecik, güzel bir genç kızdı artık. Ancak altın saçları ve hüzünlü gülümsemesi olduğu gibi duruyordu. Babası Paris’teki ofisine dönüyordu. Elizabeth ise evi çekip çevirmek için onunla gidecekti. Anne’le birlikte eski limanın engebeli kıyılarında uzun yürüyüşler yapıyor, sessiz ve dikkatli sonbahar yıldızlarının bakışları altında eve dönüyorlardı. Windy Poplars’daki eski günlerine dönüyor, Elizabeth’in hâlâ sakladığı ve sonsuza kadar da saklamayı planladığı peri diyarı haritasındaki adımların izinden gidiyorlardı.

      “O harita gittiğim her yerde, kaldığım her odanın duvarında asılı duruyor.” dedi.

      Bir gün Ingleside bahçesinden bir rüzgâr geçti. Bu rüzgâr sonbaharın ilk rüzgârıydı. O gecenin sabahında gün doğumu biraz haşindi. Yaz bir anda yaşlanmıştı. Mevsim dönüşü kapıdaydı.

      “Sonbahar için henüz erken.” dedi Mary Maria teyze, bu mevsimin kendisine hakaret ettiğini ima eden bir ses tonuyla.

      Ne var ki sonbahar da güzeldi. Koyu mavi körfezden esen rüzgârlarda ve ekin zamanı gökte yükselen ayın görkeminde neşe vardı. Çukur’da şairane yıldız çiçekleri açmıştı ve çocuklar elmalarla dolu bostanda kahkahalar atıyorlardı. Yukarı Glen yamaçlarındaki otlakların berrak ve sakin geceleriyle, bulutların benek benek kapladığı gökyüzünde uçuşan kuşlar da eşlik ediyordu onların kahkahalarına. Günler kısalmaya devam ettikçe kumulların üzerinden sinsice yaklaşan gri sisler limanın yukarısına doğru yol alıyorlardı yavaş yavaş.

      Yaprakların dökülmesiyle beraber Rebecca Dew, yıllar boyunca verdiği ziyaret sözünü nihayet tutu. Bir haftalığına gelmeye niyetlense de iki hafta kaldı. Ziyaretini uzatmasının sebeplerinden biri de Susan’dı. Susan ve Rebecca Dew birbirlerini görür görmez anladılar kafa dengi insanlar olduklarını. Belki de bunun sebebi ikisinin de Anne’i seviyor olmasıydı. Belki de Mary Maria teyzeye duydukları nefretti.

      Yağmurun bahçedeki ölü yaprakların üzerine damla damla döküldüğü ve rüzgârın Ingleside’ın köşelerinde çığlık çığlığa gezindiği bir akşam Susan, mutfakta içini döktü Rebecca Dew’e. Doktor ve eşi bir yere misafirliğe gitmişlerdi ve ufaklıkların hepsi yataklarının rahatına çekilmişlerdi. Mary Maria teyzenin de baş ağrısından dolayı ortalıkta görünmeyişleri onlar için büyük şanstı. “Sanki başımın etrafı demirle sarılmış gibi.” diye sızlanmıştı yaşlı kadın.

      “Her kim…” dedi Rebecca Dew ocağın kapağını açıp da ayaklarını rahatça fırına yerleştirdiği sırada, “Akşam yemeğinde şu kadının yediği kadar çok kızarmış uskumru yerse o kişi başının ağrımasını hak etmiştir. Hani ben de az yemedim, inkâr edemem. Sizin kadar güzel uskumru pişirenini görmedim Bayan Baker ama dört tane de yemedim yani.”

      “Sevgili Bayan Dew.” dedi Susan içtenlikle. Örgüsünü bırakıp Rebecca’nın küçük siyah gözlerine ilgiyle baktı. “Burada bulunduğu sürede Bayan Mary Maria Blythe’ın nasıl biri olduğunu az çok gördünüz. Ama gördükleriniz devede kulak kalır. Sevgili Bayan Dew, size güvenebileceğimi hissediyorum. Biraz içimi döksem söylediklerim aramızda sır olarak kalır öyle değil mi?”

      “Tabii ki Bayan Baker.”

      “Bu kadın buraya haziran ayında geldi ve ömrünün geri kalanını burada geçirmeyi planlıyor bence. Bu evdeki herkes ondan nefret ediyor. Doktor Bey bile her ne kadar saklamaya çalışsa da ondan çok rahatsız. Ama kendisi akrabalarına çok düşkün olduğundan babasının kuzeninin evinde kendini rahatsız hissetmemesi gerektiğini söylüyor. Bayan Blythe’a nasıl da yalvardım.” dedi Susan bu eylemi dizlerinin üzerinde gerçekleştirdiğini ima eden bir ses tonuyla, “Ağırlığını koyup Mary Maria Blythe’ı yollaması için dil döktüm. Ama Bayan Blythe’ın kalbi çok yumuşak. Biz de işte böyle çaresiziz. Bayan Dew… Elimizden hiçbir şey gelmiyor.”

      “Keşke benim elime düşse.” dedi Rebecca Dew. Kendisi Mary Maria teyzenin iğnelemelerinden nasibini almıştı. “Ben de misafirperverliğin hakkının verilmesi gerektiği kanaatindeyim herkes gibi. Ama emin olun Bayan Baker, ben doğruca yüzüne der, haddini bildirirdim.”

      “Eğer yerimi bilmesem ben de onun hakkından gelirdim Bayan Dew. Ama ben bu evin hanımı değilim. Bazen kendi kendime ciddi ciddi şöyle diyorum, ‘Susan Baker, sen bu evde paspas değilsin de nesin?’ Ne yaparsın işte, elim kolum bağlı. Bayan Blythe’ı terk edemem ve Mary Maria Blythe’la kavga ederek onun derdine dert ekleyemem. Ben görevimi yapmaya devam edeceğim. Neden biliyor musunuz Bayan Dew?” dedi Susan ciddiyetle, “Doktor ve karısı için seve seve canımı feda ederim. Bu kadın gelmeden önce çok mutlu bir aileydik biz. Ama buraya geldiğinden beri bize hayatı zehir etti. Bu işin sonunun nereye varacağını bilmek için kâhin olmak lazım gelse de benim kendimce bir fikrim var. Hepimizin sonu tımarhanede bitecek. Tek bir şey değil ki… Onlarca hatta yüzlerce şey var. Bir tane sivrisineğe katlanılır. Peki milyonlarcasına dayanabilen var mıdır Bayan Dew?”

      Bu düşünce Rebecca Dew’ün kafasını üzülerek sallamasına sebep oldu.

      “Bayan Blythe’a evini nasıl idare etmesi gerektiğini, ne giyeceğini söylüyor. Gözü hep üzerimde. Daha önce hiç bu kadar kavgacı çocuk görmemiş hayatında. Çocuklarımızın asla kavga etmediklerini sen de gördün… Arada bir belki…”

      “Hayatımda gördüğüm en takdire şayan çocuklar onlar Bayan Baker.”

      “Her

Скачать книгу