Скачать книгу

Atıf Bey yazıhanesine geldiği zaman, girişte ondan fazla kadın toplanmış bulunuyordu. Hanımların topuna birden nezaketli bir gülümseyişle selam verdikten sonra Mansur Efendi’yle İzzet Saim’in saygılı karşılamaları arasından yürüyerek odasına girdi.

      Kadınlar arasında hemen bir fısıltı başladı. Birbirini dürterek: “Gördünüz mü? İşte buranın şefi…”

      “Genç, güzel adam…”

      “Evli mi? Bekâr mı acaba?”

      “Erkek kâtip almayıp da kadın aramaktan maksadı nedir acaba?”

      “Kaç kâtip hanım alınacak?”

      “Bilmiyorum ama hanım, galiba bir kâtip aranıyor…”

      “A burada bu kadar kadın var. Daha da gelecek… Hangimize kısmet olacak? A bilinmez ki…”

      “Kadın çoğaldıkça hepimizin şansı azalıyor…”

      “Aylık ne kadarmış?”

      “Seksen lira diyorlar… Yüz diyorlar…”

      Kadınların içinde başlayıveren bu uğultu içinde ortaya atılan yüksek aylık söylentisi, çoğunun başını döndürdü. Hemen “sak”lardan küçük el aynaları çıktı. Avuç içindeki bu tuvalet araçları kâh tepeye kâh yana kâh çeneye tutularak saçlar, kaşlar düzeltiliyor, boya tazelemeye kalkanlar bile görülüyordu. Gözlerin tahrilleri arttı. Yanaklar kızardı. Dudaklar kirazlaştı. Sanki içeride güzellik sergisi açılıyordu. Yarışmaya girecek hanımlar, başlarını her şeyden önce yüzlerinin albenisinden bekliyorlar; her kadının gözünde ötekinin güzelliğine karşı bir kıskançlık tiksintisi yanıyor. Çoğu, önüne geçemediği bir can atışın ince titremeleriyle sarsılıyordu…

      Aman ya Rabbi bu bir düzine kadından kim kazanacaktı? Hangisi?

***

      Semih Atıf’la İzzet Saim kapandıkları odada görüşüyorlardı. Yazıhane sahibi bir cigara tellendirerek geniş maroken koltuğunun arkalığına başını dayadıktan sonra dalyanına balık düşmüş bir talihli süzgünlüğüyle: “Umduğumuzdan çok av var…”

      “Ah bu konuda dâhisiniz beyim…”

      “İçlerinde yürek oynatacaklar var mı?”

      “Sonradan gelenlerden üçü dördü zararsız. Daha da gelecekler sanırım.”

      “Böyle alayla genç kadını ne yapacağız? Bunları sınıflandırmalıyız…”

      “Buyurduğunuz gibi olur…”

      “Sen eline kâğıt kalem al. Giriş yerine çık… Hiçbirine şüphe getirmeyecek bir ciddilikle hepsine adlarını, adreslerini sor. Yaz… En güzellerine işaret koy, kâğıdı bana getir… Gereğine göre ağız kullan…”

      “Merak etme paşam…”

      İzzet Saim, halka erzak dağıtan bir “iaşe memuru’’ çalımıyla bir elde kâğıt, ötekinde kalem, kadınların ortasına çıkarak: “Hanımlar, davetimize gelmenizden dolayı beyefendi adına hepinize teşekkür ederim. Fakat affedersiniz, mesele biraz naziktir. Bize bir tek kâtip hanım lazım. Fakat beyefendimiz kimsenin gönlü kırılsın istemez. Haksızlığı sevmez. Hepinizin adınızı, adresinizi yazacağız… Hakka uygun usule göre kâtipliğe içinizden biriniz seçilecek… Bu seçimden sonra şartlarımızı bildirir ve şartlarınızı dinleriz.”

      Kadınlar arasında hafif bir uğultu koptu. Kimileri ne olduğunu bilmedikleri bu hakka uygun usulü yerinde buluyorlar, kimileri dudak büküyorlardı.

      İzzet Saim, ad yazımına en güzellerinin önünde durarak başlamakta iken serviyetli esmer kadın, uzun boyu ile bir kara servi gibi ortaya dikilerek: “Beyefendi, haklı bir iş görecekseniz benden başlamanız gerekir… Çünkü en önce ben geldim. Bütün bu hanımlara nispetle kıdem sahibiyim.”

      Birkaç yadırgama gülüşmesi işitildi. Haksever Semih Atıf Bey’in kâtibi, bu uzun kadının önüne giderek işi bozmamak için: “Dalgınlığımı af buyurunuz. Hatırlatmanıza teşekkür ederim. Söyleyiniz isminiz, şöhretiniz, adresiniz?”

      “Adım Hüsniye Abdülkadir. Biz Şeyh Muslihiddin sülale-i tahiresindeniz.13 Rahmetli amcam Haremeyn payelülerindendir. Annem, kadın olduğu için, şeyhlik mirasçısı olmak iddiasında bulunanlar çoğaldı. Çarşafı başıma örttüm. Paya pay dört buçuk yıl Bab-ı Fetva ile evkaf arasında mekik dokudum. Şeyhülislam’ın huzuruna mı çıkmadım, rikaba arzuhâl mi vermedim… Medine-i Münevvere’ye vekil mi göndermedim… Avukatlığı işte bu sayede tahsil ettim. Nihayet tekke yandı… Boşu boşuna davaya kalkışanlar dağıldı. Ben yangın yerinin üzerine tahtalarından bir çatı kurdum. Çünkü kudretim bu kadara yetiyordu. Dervişlerimi topladım. Zikrullah’a devam ettirdim.”

      İzzet Saim büyük bir sabırla dinlediği bu kurusıkı yersiz sözlerin arasını kesmek için:

      “Semtiniz?”

      “Şehremini, Bostan Sokağı 29 numara. Ablamın, eniştemin yanlarında oturuyorum. Onların da başlarına gelmedik kalmadı…”

      “Yetişir Hanım…”

      “Rica ederim. Söyleyeceklerimin en önemlilerini bitiremedim. Üç yıl Accoucheur14 Şeref Bey’in yanında asistanlık ettim. (Serviyetini karıştırarak) İşte doktorun tasdiknamesi burada. Mükemmel ebeyim… Savaş yıllarında basında yazar, muhabir kalmadı. Bu hizmetleri iki gazetede takdirle ve hayrete değer bir fedakârlıkla ve eksiksizce yaptım… Başınızı ağrıttım affedersiniz. Şimdi mükemmel avukat, ebe, yazar, muhabir ve eşsiz bir ev kadınıyım. Hep bunları, üstün tutulmanın nedenleri olduğu için söylüyorum. Söylediğim gibi lütfen hepsini kaydediniz… İşte belgelerim burada…”

      “Yetişir Hanım yetişir; göstermeniz gerekmez… Sözlerinizin doğruluğu belli… Vaktimiz dardır… Öbür hanımların da kimliklerini yazacağım. Sizin kadar heyecanlı açıklamalara girişmemelerini kendilerinden rica ederim.”

      İzzet, görünüşte bir falso etmemek için gelen kadınların kimliklerini hep birer birer yazdıktan sonra yine beyefendinin yanına girdi.

      Bey: “E?”

      İzzet: “Bir yandan hâlâ kadın geliyor…”

      “Gelenlerin içinde yürek yakacak tatlısı yok mu?”

      İzzet, görünmez bir çiçek kokluyormuş gibi dudaklarını sımsıkı toplayıp göz kayıklığıyla soluğunu derin derin burnundan içeri çekerek: “Üç tane var vay anam babam! Benim iliklerimi kestiler. Bilmem size de aynı etkiyi yapabilirler mi?”

      “Adları?”

      “İşte burada. (Kâğıdı okuyarak) Mürvet, Nükhet, Vehbiye…”

      “Eh ötekileri sav. Bu üçünü kerrat cetveline geçirelim…”

      “Beyim, ötekileri savması kolay bir iş değil… Hele bir tane tohuma kaçmış acur var. Silsilesini bellediğim yedi ceddini, binbir hünerini anlatmak için yarım saat beni karşısında ayakta tuttu…”

      “Haydi oğlum, haydi sen becerirsin…”

      “Becermek için uğraşıyorum velinimet…”

      “Haydi göreyim seni…”

      “Müsaade buyrulursa bir şey soracağım…”

      “Söyle…”

      “Biz bu hanımların adreslerini aldık. Şimdi hepsini savsak da sonra istediklerimizi birer birer

Скачать книгу


<p>13</p>

Sülale-i tahire: Temiz sülale olan Hazreti Muhammed’in soyu. (e.n.)

<p>14</p>

Accoucheur: Doğum doktoru. (e.n.)