Скачать книгу

hizmetçi kıyafetli, kılıksızca otuzluk bir kadın, dudaklarını büzüp iki kaşını yukarıya kaldıra kaldıra bütün bakışları üzerine çektikten sonra:

      “Dikkat ediyor musunuz? Giden gelmiyor. Bir kâtip hanım arıyoruz diye ilan ettiler. İki kızı içeri çektiler. Burası bir acayip yer. Kızları içeri çağırıp da nereye tıkıyorlar? Ne yapıyorlar? Ay ırzımdan, namusumdan korkarım doğrusu… Adımı okurlarsa yalnız gitmem. Kardeşler, birbirimize yardak olalım. Bakınız gidenlerin hiç sesi çıkmıyor…”

      Bu tuhaf öğütlemeyi çoğunluk yerinde buldu, azınlık eleştiriyle karşıladı. Fakat gitgide yakası açılmadık sözler, türlü tuhaf, yaman rivayetler bir kaynaktan kaynar gibi etrafa fışkırıyordu.

      Nükhet Feyyaz Hanım’ın içeri alınması üzerinden hemen yarım saate yakın bir zaman geçti. İzzet Saim, giriş yerine bir daha başını uzatarak: “Vehbiye Şevket Hanım, Süleymaniye…” adını bağırdı… Kesik kumral saçları, bir demet koyu kasımpatı gibi yüzünün etrafını süsleyen beyaz tenli, dolgun göğüslü, kabarık güvercin gerdanlı, gövdesine gayet iyi biçilmiş tarçın renkli ipek çarşaflı bir kız nazlı bir eda ile yürüdü…

      Şehreminili “Polemik” Hüsniye’nin sesi, yeni erlik çağına ermiş bir horoz gibi öttü:

      “Ben demedim mi size? Bu kız kâtibe değil çengiye benziyor… A vallahi işlerine yarayacak malı içimizden nasıl seçiyorlar…”

      Çilli karı, gözlerini gidene dikerek: “A a a a korkmadan nasıl gidiyor? Hani ya sözleştikti. Oh şimdiki kızlar, bir şeyden pervaları yok…”

      Vehbiye hışımla Hüsniye’ye baktı. Ona cevap vermeye tenezzül etmeyerek çilliye döndü:

      “Neden korkacakmışım? Burası dağ başı mı? Irzından bu kadar korkuyorsan buraya neye geldin? Erkeklerin karşısına çıkacağını bilmiyor muydun? Onların arasında çalışacağından haberin yok muydu? Sen bana ne karışıyorsun? Kendi hesabına ne istersen yap… Ben seni tanımıyorum. Seninle birlikte gelmedim… Göbeklerimiz birlikte kesilmedi. Seni çağıraydılar beni peşine takıp da öyle mi içeri girecektin? Hem burada senin benim keyfimizle iş olmayacak… Yazıhane sahipleri ne derlerse öyle davranmak zorundayız…”

      Çilli Kadın: Haydi… Haydi git… Yazıhane sahipleri ne buyururlarsa peki, de!”

      Hüsniye: “A hanımlar, bu kadını tanıdınız mı? Bu, kaç defa Şehzadebaşı’nda sahneye çıktı…”

      Vehbiye: “Sahneye de çıkarım bara da giderim. Oralara da siz benden önce koşacaksınız ama bakılacak suratınız yok…”

      İzzet Saim, sözün daha çok parlamasına meydan vermemek için Vehbiye’yi incecik pelerin altında bıngıldayan yumuşacık, beyaz omzundan içeri itti…

      Kapı kapandı. Yine yarım saate yakın bir zaman geçti. Giren çıkmıyor. İçeride ne esrar dönüyordu? Kadınların merakı kabardıkça kabarıyordu… Yine bir nöbet tuvalet aynaları çıktı. Acaba bu sefer kim çağrılacaktı? Şüphesiz en genç ve güzellerden biri… Şimdi içeriye çağrılmak, övünmeyi gerektiren bir üstünlüktü. Gidecek olanı bütün kadınlar kıskanacaklar, arkasından türlü dedikodu koparacaklardı. Hanımların hepsi, kendilerini orada bulunanların en güzeli sandığından bütün yürekler çağrılmak umuduyla çarpıyorken yine girişin önünde İzzet Saim’in bu kez çatıkça duran yüzü göründü.

      Hep gözler oraya dikildi. Bütün kulaklar, delikanlının ağzından çıkacak adı işitmek için yürek çarpıntısında iken tiyatro darbesi çeşidinden bir durum oluverdi. İzzet’in sesi, bir bedesten tellalı gibi şöyle çınladı:

      “Hanımlar, seçim oldu bitti. Başka kâtibe lüzum kalmadı… Dağılınız…”

      Şimdi umutlar birden öfkeye, tiksintiye döndü. Bütün seslerin üstünde Şehreminili Hüsniye’nin iğrentisi dalgalandı:

      “İş olmuş bitmiş… Haydi gidelim hanımlar… Böyle mesleği, niyeti şüpheli bir idarehaneye kapılanmayanlara ne mutlu! Ulu Tanrı bizi korudu…”

      Öbür sesler:

      “Dört saat bizi bu aralıkta boşuna beklettiler…”

      “Vaktin nakit olduğu daha bu memlekette anlaşılamadı… Bir insanın vaktini boşa geçirmek parasını çalmaktır…”

      “Öyle ya hırsızlar…”

      “Yüzlerini koyuca boyayanlar kazandılar…”

      “Yeni Cami metaları…”

      “Yıl uğursuzundur.”

      Küçük kardeşini elinden tutarak birlikte getirmiş olan bir kadın, çocuğu girişin bir köşesine işetmekle içini serinletti.

      Böyle söylene söylene dağıldılar. Lakin Şehreminili Hüsniye, bir hafiye gibi dış koridorun bir köşesine sindi. Bu “oldubitti” komedyasının derinliğine ermeye ant içmişti.

      7

      İçeride de gerçekten “şaheser” dedikodular, işitilmeye değer şeyler olup bitiyordu.

      Her biriyle ayrı görüştükten sonra kızların üçünü de birleştirdiler. Mürvet Abit her zamanki gibi masum ve üzüntülü idi. Nükhet Feyyaz serbest, Vehbiye Şevket serbestin üstünde bir şey… Affedersiniz, oynaktı…

      Semih Atıf Bey bir eli sigarada, öteki ceketinin cebinde, kuş kanadı taralı saçları, taze tıraş olmuş pudralı yanaklarıyla odanın ortasında piyasa ederek her biri ayrı tip yüz ve güzellikte, buyruğuna hazır, bu üç genç kızın idarehanede olacak görevleriyle ilgili uzunca bir söylev çekti.

      “Hanımlar!” dedi. “Araştırmaksızın, incelemeksizin, görenek ve bilgisizlik üzerine söylenen sözlere, verilen yargılara çok kızarım. Bizim memlekette bin gerçek söyleseniz, anlayarak can kulağıyla bir tek dinleyene rastlamazsınız. Fakat eski kafada ahmağın biri, ‘Bekleyiniz, yakında kurbağa deve doğuracaktır…’ dese hemen birçok ağızlardan ‘Amenna… Amenna!’ sesleri yükselir… Bugüne kadar kadınlar hakkında ne boş hükümler verildi, ne haksız şeyler söylendi: Kadın, yaradılıştan zayıf imiş; fikir ve işe yararlık bakımından ve her bakımdan erkekten aşağı imiş… Bugün bu gülünç düşüncelerin, bu sanıların temelini ortaya çıkarmak için kanıtlar arar isek gözlerimizin önünde meselenin aksi ortaya çıkar. Ve bu gerçek, ‘mütearife’ gibi apaçık bir şekilde gözlerimizin önünde duruyor. Hürriyetin ilanından beri kâh ilerleyerek kâh gerileyerek iyi kötü birçok akımın çarpışan etkileri arasında çırpınıyoruz. Her şeyde ağır, hızlı bir değişme var. Lakin en ileri giden, en çok uyanan, en mutlu umutlar veren sınıf hangisidir? Biliyor musunuz? Kadınlar, kadınlık, Türk kadınlığı! Avrupalıların yüzyıllarca yürüdükleri yükseliş yolu üzerinde beş on yıl içinde uçtu. Uçuyor… Eskiden sizin gibi genç hanımların alışveriş için çarşıya, pazara gitmeleri ayıptı. Şimdi tüccarlık yapıyorlar. Her meslekte erkeklerle omuz öpüşüyorlar. Eskiden bir kadının nazik sesini kafes arkasından bile işittirmesi, o aileyi utandıracak bir hoppalıktı. Böyle bir hafiflik karşısında analar babalar yerlere geçerlerdi. Şimdi hanımlar, musiki fasıllarında ruh okşayan sesleriyle dinleyenleri mest ediyorlar… Evli kadınlar oyunlarda, gezinti yerlerinde bile kafes arkasında otururdu. Şimdi sahneye çıkıyor… Daha yakın zamanlara kadar Türk kadını balonun, suarenin, dansın adını işitirdi. Şimdi karşısına dizilen delikanlıların adlarını omuzdan parmaklarına kadar dekolte kollarıyla oyun sırası için karnesine yazıyor. Erkekler, bu şaşılmaya değer hızlı ilerleyişte kadının arkasında koşamadı. Geri kaldı. Eğer şu saatte uygarlık

Скачать книгу