Скачать книгу

Guermantes Dükü de olsa değerli tenini ondan esirgemediğini ispatlarcasına, bir saray nedimesinin utangaçlığıyla elini okşar, bundan sinir olan ve bu durumdan nasıl kurtulacağını kara kara düşünen babamı sokağın başındaki girişe kadar götürürdü. Bir gün karısıyla beraber arabayla çıkarken karşılaştığımızda coşkulu bir şekilde selam vermişti; ismimi karısına söylemiş olsa gerek fakat nasıl biri olduğumu ya da simamın neye benzediğini bilme ihtimali var mıydı ki? Üstelik kiracılarından biri olarak tanıtılmak ne kadar da kötü bir şeydi! Düşes ile Mme. de Villeparisis’nin salonunda tanışmak çok daha değerli olabilirdi; aslında kendisini gidip görmem için büyükannemle haber göndermiş ve edebiyata da ilgili olduğumu düşünerek birkaç yazara daha aynı şeyi yapmıştı. Oysa babam sosyeteye girmek için henüz genç olduğumu düşünüyordu, zaten sağlık durumum da onu bu konuda tedirgin ettiğinden, bana faydası olmayacak emsalleri oluşturmaktan kaçınıyordu.

      Mme. de Guermantes’ın uşaklarından biri Françoise’la sürekli sohbet ettiğinden, Düşes’in sık sık ziyaret ettiği birkaç konağın ismine aşinaydım fakat hiçbiri zihnimde canlanmıyordu; hayatımın bir parçası oldukları andan itibaren yalnızca zarfın içinde görebildiğim isimlerin hayatları akla hayale sığar mıydı?

      “Bu gece Parma Prensesi’nin verdiği büyük davette gölge oyunları sahnelenecek.” dedi uşak. “Ama biz gitmeyeceğiz çünkü hanımefendi beş treniyle Chantilly’e, birkaç gününü Aumale Dükü’yle geçirmeye gidecek; hanımefendinin başhizmetkârı ve yardımcısı da ona eşlik edecek. Ben burada kalıyorum. Bu durum Parma Prensesi’nin hoşuna gitmeyecek, Düşes’e yazdığı mektupların sayısı çoktan dördü geçti.”

      “O hâlde bu sene Guermantes Kalesi’ne gitmeyeceksiniz?”

      “İlk defa oraya gitmeyeceğiz; Dük’ün romatizmaları yüzünden, doktor kalorifer yapılana kadar oraya gitmememizi söyledi ancak bu zamana kadar her yıl oraya gider ocak ayına kadar kalırdık. Kalorifer hazır olmazsa hanımefendi birkaç günlüğüne Cannes’a, Guise Düşesi’nin yanına gidecek fakat henüz hiçbir şey kesin değil.”

      “Peki, tiyatroya gider misiniz?”

      “Arada sırada operaya gidiyoruz, genellikle Parma Prensesi’nin locasının olduğu akşamlarda; yani haftada bir; orada sergiledikleri oyunlar çok hoşmuş, tiyatrolar, operalar ve dahası. Hanımefendi abone olmayı istemedi fakat ne olursa olsun biz gidiyoruz ya hanımefendinin arkadaşlarının locasına ya da bir başkasının locasına, en çok da Dük’ün kuzeninin karısı olan Guermantes Prensesi’nin locasına gidiyoruz. O Bavyera Dükü’nün kız kardeşidir. Sanırım şimdi tekrar yukarı çıkmanız gerekiyor, değil mi?” dedi her ne kadar Guermantas’lılarla özdeşleşmiş olsa da genellikle efendileri siyasi bir zümre olarak gören uşak, bunu yaparken de Françoise’a bir düşesin hizmetindeymişçesine saygılı davrandı. “Sağlıklı olmanın tadını çıkarıyorsunuz, hanımefendi.”

      “Ah bir de şu lanetli bacaklarım olmasaydı! Düzlükte yine iş görüyorlar da (‘düzlük’ten kastı: Françoise’ın yürümekten hiç şikâyetçi olmadığı avlu ya da sokaklar, diğer bir deyişle ‘düz alanlar’) merdivenlerden çıkarken beni öldürüyorlar. Hoşça kalın beyefendi, akşama belki yeniden görüşürüz.”

      Uşak, Françoise’a düklerin oğullarının genellikle babaları ölünceye dek prens unvanı taşıdıklarından bahsettiğinden beri Françoise uşakla olan sohbetini sürdürmeyi daha çok istiyordu. Açıkça görülüyor ki, Fransız topraklarından kalıtımsal olarak aktarılan, soyluluğa karşı bir tür isyan ruhuyla harmanlanmış ve uyum sağlamış olan bu asillik kültü, halkının içine çok güçlü bir şekilde yerleştirilmiş olmalı. Çünkü Napolyon’un dehasından ya da kablosuz telgraftan söz edildiğinde tamamen kayıtsız kalan ve şöminedeki küllerini temizlerken ya da sofrayı hazırlarken yapmış olduğu hareketleri bir an için olsa bile yavaşlatmayan Françoise’a bu isimlerin yapısal özellikleri basitçe anlatılsaydı, Guermantes Dükü’nün en küçük oğluna genellikle Oléron Prensi denildiğinde: “Çok güzel, harika!” diye haykırırdı ve sanki kilisenin camından dışarı bakıp derin düşüncelere dalıyormuşçasına hayran kalırdı.

      Üstelik Françoise, sık sık Düşes’e mektup getirmeye gelen Agrigente Prensi’nin uşağıyla arkadaş olduğundan sosyetede konuşulan, Saint-Loup Markisiyle Mlle. d’Ambresac’ın evliliğinin neredeyse kesinleştiği gibi büyük haberleri de ondan öğreniyordu.

      Mme. de Guermantes’ın hayatının gidişatını aktardığı bu villaların, bu locaların, bana kalırsa, kendi evi kadar perili evlerden eksik kalır yanı yoktu. Guise, Parma, Guermantes-Bavyera isimleri, Düşes’in gittiği olası diğer tüm tatil yerleriyle, arabasının tekerlerinin arkasında bıraktığı izle konağa bağlanan günlük şenlikleri ayırırdı. Mme. de Guermantes’ın hayatının sırayla bu tatillerde, şenliklerde oluştuğunu bana bildirselerdi, onunla bağlantı kurmam konusunda beni böylesine aydınlatamazlardı. Bu isimlerden her biri Düşes’in hayatına farklı bir kararlılık katmış olsa da bu durum yalnızca onun gizemine farklı bir boyut kazandırmaktan başka bir işe yaramamıştı; dalgalanmakta olan kendi gizeminden kaçmaya çalıştığı ortaya çıkınca da kapağı kapatılmış bir kap misali dünya hayatı boyunca süregelen gelgite karşı dört bir yanını çevrelemişti. Düşes şenlik zamanında Akdeniz kıyılarına bakarak yemeğini yiyebilirdi fakat Mme. de Guise’in villasında yerdi, burada bulunan Paris sosyetesinin kraliçesi sayısız prensesin arasında giydiği o beyaz keten elbisesiyle diğer konuklardan bir farkı kalmıyordu ve bu nedenle bana kalırsa bu hâli daha dokunaklı, bulunduğu yeni hâliyle daha kendiydi, tıpkı yıldız bir balerinin akıp gitmekte olan büyüleyici bir gösteride peş peşe diğer balerinlerin yerine çıkması gibiydi; Düşes gölge oyunlarını izleyebilirdi fakat Parma Prensesi’nin vermiş olduğu davette de izleyebilirdi, opera ya da trajediyi dinleyebilirdi fakat Guermantes Prensesi’nin locasında da dinleyebilirdi.

      Bir insanın hayatı boyunca sahip olduğu tüm imkânları, tanıdığı, az evvel yanından ayrıldığı ya da az sonra buluşacağı insanların hatırasını o insanın bedeniyle sınırlandırdığımız için, Françoise’dan, Mme. de Guermantes’ın yürüyerek Parma Prensesi’yle öğle yemeğine gideceğini duymuşsam, öğlen vakti, batmakta olan güneşin üzerinden yükselen bir bulut gibi, kıyafetiyle aynı tonda olan yüzüyle onu evden çıkarken gördüğümde, Saint-Germain banliyösünün bütün hazlarını pembe, sedef işlemeli parlak iki kapak arasındaki minik bir pusulada yaşamıştım.

      Babamın bakanlıkta çalışan A.J. Moreau isminde bir arkadaşı vardı, kendisini diğer Moreaulardan ayırmak için, isminin önüne baş harflerini eklemeye her zaman özen gösterir, dolayısıyla insanlar ona kısaca ‘A.J.’ diye seslenirdi. İşte bu A.J. öyle ya da böyle Opéra-Comique’deki bir gala gecesine davet buldu, babama da bir bilet gönderdi; ilk hayal kırıklığımdan sonra bir daha hiç izlemediğim Berma’ya Phèdre’in bir sahnesi verildiğinden, büyükannem babamı bileti bana vermesi için ikna etti.

      Doğruyu söylemek gerekirse, birkaç yıl önce beni böylesine darmadağın eden Berma’yı izleme fırsatının hiçbir önemi yoktu. Bir zamanlar sağlık, huzur, her şeyin uğruna tercih ettiğim şeye karşı kayıtsız oluşum gerçeğini hüzün dolu duygularla fark ettim. Hayal gücümün gafil avladığı bölük pörçük değerli gerçeklik parçacıklarını yakından seyretme imkânına olan arzumda herhangi bir azalma olmamıştı. Oysa benim hayal gücüm artık onları büyük bir aktrisin diksiyonuna yerleştirmiyordu; Elstir’e yaptığım ziyaretlerden beri, zamanında Berma’nın oyunundaki trajedi sanatına karşı duyduğum inancımı kâh bazı modern tablolara kâh bazı duvar halılarına aktarmıştım; inancım ve arzum artık Berma’nın tutumlarına ve diksiyonuna aralıksız

Скачать книгу