Скачать книгу

bir bölgeyi anımsatıyordu. Kimi su altı fidanları gibi bir anda filizlenip çiçek açan, bir kuşun kanadı kadar yumuşacık olan büyük beyaz bir çiçek Prenses’in alnından yanaklarına doğru sarkıyor, yanağını uysal, cilveli, tutku dolu, bir o kadar da canlı bir kıvraklıkla sarıyor, hatta bir iskele kuşunun yuvasındaki pembe yumurta misali yanağını neredeyse sarıp sarmalıyordu. Saçlarının üstünden kaşlarına kadar uzanan ve boyun hizasına kadar devam eden, güney denizlerindeki bazı sahillerden toplanmış beyaz deniz kabuklarından ve incilerden yapılma bir tül vardı, dalgalardan zar zor çıkmayı başaran bir deniz mozaiği kimi zaman karanlığın derinliklerine geri batıyordu, o zaman bile Prenses’in her yeri aydınlatan o ışıltılı gözleri bir insanın varlığını açığa çıkartmaya yetiyordu. Onu alaca karanlığın diğer kızlarından çok daha üstün kılan güzelliği, tam olarak boynunda, omuzlarında, kollarında, endamında yer almıyordu. Fakat zarif, henüz tamamlanmamış hatları tam bir başlangıç noktasıydı; gözler, karanlık bir perdenin üstüne yansıyan ideal bir görüntü gibi, kadının etrafında hayat bulan görünmez hatları görünür kılıyordu.

      “Guermantes Prensesi bu.” dedi yanımda oturan kadın birlikte oturduğu beyefendiye, ‘prenses’ kelimesinin ne kadar saçma bir unvan olduğunu belirtircesine ‘p’ harfini vurgulayarak. “İncilerini de gözümüze sokmayı ihmal etmiyor. Benim onunki kadar incim olsaydı onları böyle sergilemezdim; bence bu yaptığı hiç hoş değil.”

      Hâl böyleyken, seyircilerin arasında kimler olduğunu görmek için etrafa bakan herkes Prenses’i görünce, gönüllerindeki meşru güzellik tahtının yükseldiğini hissediyordu. Nitekim bir insanın, Lüksemburg Düşesi’nin, Mme. de Morienval’in, Mme. de Saint- Euverte’in ve diğer pek çoğunun yüzlerini tanımasını sağlayan şey, büyük kırmızı bir burnun tavşan dudakla ya da kırışık bir çift yanağın kaytan bıyıkla yakınlığıydı. Bu yüz hatları aslında kendi başlarına göze çarpmak için yeterliydi, çünkü ünlü ve etkileyici bir ismin insanda uyandırdığı duyguların kaleme alındığı yazılı belgelerin itibari değerine sahiptiler; ama aynı zamanda, çirkinliğin aristokratik bir şeyle ilgili olduğunu ve asil bir hanımefendinin yüzünün seçkin olması şartıyla güzel olup olmamasının pek bir önemi olmadığı fikrini insana aşılıyorlardı. Oysa, isimlerinin baş harfleri yerine, tuvallerine resmettikleri güzel bir figür, bir kelebek, bir kertenkele ya da bir çiçekle imzalarını atan bazı sanatçılar misali Prenses, locasının köşesinde sergilediği güzelliği atılan en asil imza olabilirdi; çünkü sair zamanlarda yalnızca yakın çevresindeki insanları tiyatroya getiren Mme. de Guermantes’ın varlığı, aristokrasi düşkünlerinin gözünde, locasının oluşturduğu, bir nevi prensesin Münih ve Paris’teki saraylarında sürdüğü sıradan özel hayatının bir sahnesini anımsatan tablonun gerçekliğinin en makul belgesiydi.

      Hayal gücümüz, daima seçtiğimizin dışında bir şey çalan laternaya benzediğinden, Guermantes-Bavyera Prensesi hakkında bir şey söylendiğini her duyduğumda, zihnimde on altıncı yüzyıla ait bazı başyapıtların hatırası çalmaya başlamıştı. Şu anda kendisini smokin giymiş iri kıyım bir beyefendiye kristalize edilmiş meyve ikram ederken görünce bu çağrışımdan bir an önce kurtulmak zorunda kaldım. Kuşkusuz, Prenses’in ve misafirlerinin seyircilerin geri kalanı gibi birer insan olduğu sonucundan çok uzaktım. Orada yaptıklarının sadece bir oyundan ibaret olduğunu anlıyordum (Muhtemelen önemli kısımları yaşadıkları yer burası değildi.), önceden hazırlamış oldukları gerçek yaşamlarının rolüne giriş yaparken, benim aşina olmadığım dinî kurallar gereği, birbirlerine şeker ikram ediyor, ardından reddediyorlardı; durmadan parmak ucunda bir eşarbın etrafında dönen dansçının adımı gibi anlamını yitirmiş, sıradanlaşmış bir jeste dönüşmüştü. Kim bilir, belki de şekerleri ikram ederken tanrıça, alaycı bir ses tonuyla (çünkü gülümsediğini gördüm): “Almaz mısınız?” diyordu. Bunun benim için ne önemi vardı? Bir tanrıçanın bir yarı-tanrıya hitap ederken kullandığı, Mérimée ya da Meilhac tarzındaki sözlerinde çok hoş bir incelik bulabilirdim; her ikisinin de akıllarında bulunan yüce düşüncelerinin ne olduğunun bilincinde olan yarı-tanrı ise şüphesiz yeniden gerçek hayatlarını yaşamaya başlayacakları ana kadar oyunlarına dâhil olmayı kabul ediyor, aynı esrarengiz sertlikle: “Teşekkürler; kirazdan bir tane alırım.” diye cevaplıyordu.

      “Şu şişman adam Ganançay Markisi.” dedi yanımda oturan adam, bilmişlik edasıyla, arka sırasından fısıldanan ismi pek doğru anlamamıştı.

      Palancy Markisi, uzun boynundan öne doğru eğilmiş yüzü, monokl gözlüğüne yapıştırdığı iri, yusyuvarlak gözleriyle sakin sakin saydam karanlığın içinden yerini değiştiriyor, bir akvaryumun cam duvarının arkasında, kendisini izleyen meraklı bakışlardan bihaber bir balık gibi halkın oturduğu koltukları görmüyordu. Arada sırada durup hırıltılı solumasıyla soluklanıyordu; onu görenlerin onun acı mı çektiğini, uyuduğunu mu, yüzdüğünü mü, yumurtladığını mı yoksa sadece nefes mi aldığını anlamaları oldukça güçtü. Locaya kendi evi gibi alışık olması ve prensesin ona şeker uzatmasına kayıtsız kalmasından dolayı ona ettiğim kadar kimseye gıpta etmiyordum; o sırada Prenses âdeta bir çift elmas misali o güzelim gözleriyle ona bakıyordu, böyle anlarda zekâ ve samimiyet sanki eriyip gidiyordu, oysa aralarda, salt maddi güzelliklerine, madeni ışıltılarının yalınlığına dönüşüyorlar, en ufak yansıyan bir ışıkla karanlığı insanlık dışı ve görkemli parıltılarıyla tenvir ediyorlardı. Bu esnada, Berma’nın Phèdre’de oynadığı sahne başlayacağı için Prenses locanın ön tarafına geldi; bunun üzerine, geçtiği ışık alanı sanki bir tiyatro prodüksiyonuymuş gibi, yalnızca kıyafetlerin renginin değil aynı zamanda üstündeki süslerin dokusunun da değiştiğini gördüm. Artık sular diyarının bir parçası olmayan, kurumuş, su yüzeyine çıkmış, locasında oturan Prenses Nereid olmaktan çıkmış Zaïre hatta belki de Orosmane rolündeki inanılmaz trajedi oyuncusu gibi mavi beyaz bir türbanın içinde göründü; nihayet, ön sıradaki yerini aldığında, sedef pembesi yanaklarını şefkatle sarıp sarmalayan iskele kuşu yuvasının, yumuşak, göz kamaştırıcı, kadifemsi, muazzam bir cennet kuşu olduğunu gördüm.

      Fakat artık bakışlarım, Guermantes Prensesi’nin locasından içeri giren, kötü giyimli, gözleri öfkeyle parlayan ufak tefek bir kadına ve peşinden gelen, benim de birkaç sıra önüme oturan iki adama çevrildi. Sonunda perde açıldı. Eski beslediğim arzularımdan artık hiçbir iz kalmadığını görünce üzülmekten kendimi alamadım, o zamanlar izlemek için dünyanın öbür ucuna kadar gidebileceğim bu olağanüstü olayın hiçbir anını kaçırmak istemediğimden, tıpkı astronotların bir güneş tutulmasını ya da bir kuyruklu yıldızı en ufak ayrıntısıyla gözlemleyip kayıt altına almak amacıyla Afrika’ya, Batı Hint Adaları’na yerleştirdiği levhalar gibi zihnimi hazırlıyordum; bir bulutun (sanatçının keyifsizliği ya da seyircilerdeki bir hadise) gösterinin en yoğun hâliyle sergilenmesini engeller endişesiyle tir tir titrerdim; bir sunak gibi Berma’ya adanmış olan bu tiyatroya gitmeseydim, gösteriyi en mükemmel koşullarda izlemiş saymazdım kendimi; daha sonra onun tiyatronun bir parçası olduğunu hissettim, Berma tarafından atanan beyaz karanfilli görevliler, berbat giyimli insanlarla dolup taşan kubbeli balkonlar, üzerinde Berma’nın fotoğrafları olan programları satan kızlar, dışarıdaki meydanın tam ortasında duran kestane ağaçları, bütün bu dostlar, bana Berma’yla ayrılmaz gibi görünen o günlerin izlerini taşıyan sırdaşlar, hepsi onun bir parçasıydı. O zamanlar Phèdre, ‘Beyan Sahnesi’, Berma benim için bir tür mutlak varoluşa sahiptiler. Kendi başlarına yaşadıkları mevcut deneyim dünyasından uzakta bizden ayrıydılar, onlarla yüz yüze gelmem gerekiyordu, onların iç yüzlerini anlayacak, gözlerimi ve ruhumu tamamen açsam bile çok azını özümseyecektim. Fakat hayat öylesine güzel görünüyordu

Скачать книгу