Скачать книгу

siyah çehreler görünerek kaçışıyorlardı. Zorba, ilk varılan sofanın ortasında durdu, nara atar gibi bağırdı:

      “Hey kızlar, hep çıkın! Yanımdaki yabancı değil. Kaça göçe lüzum yok.”

      Evvelce cıvıltılarıyla, sonra da görünüp kaçışlarıyla varlıklarını belli eden halayıklar bu sert haykırış üzerine boy gösterdiler. Yerlere kadar eğilerek efendilerini selamladılar. Sayıları bir düzineden artıktı, renkleri de o kadar çeşitliydi. Fakat beyaz, kumral, sarı, siyah ve Habeşi olsun, hiçbirisi yaşça geçkin değildi ve hepsinde körpeliğin kıvraklığı gülümsüyordu.

      Nakilci bu halayık mangasını mağrur bir bakışla süzdükten sonra içlerinden birine doğru parmağını uzattı:

      “Nilüfer!” dedi. “Bu gece hizmetimize sen bakacaksın. Sofrayı hazırla. Papağana da söyle, giyinip süslensin. Çağırılır çağırılmaz yanıma gelsin!”

      Kız “Başüstüne efem!” deyip süzülürken o, gene Hüseyin’in koluna girdi, büyücek bir odaya götürdü.

      “Burası…” dedi. “Kafesin bir köşesidir. Ben kuşlarımı burada havalandırırım, burada sevip okşarım. Sen de burada öteceksin.”

      Ve sarhoş bir gevezelikle uzun uzun anlattı:

      “Sofada gördüğün kızlar, kul cinsidir. Para ile alınmışlardır. Yumruk hakkı, yiğitlik hakkı olarak kafese sokulan yosmalar başkadır. Onlar ayrı ayrı odalarda yaşarlar. Ben emredince yanıma gelirler. Demin haber yolladığım papağan o yosmaların başıdır.”

      Kahkahalarla güldü, kasıklarını tuta tuta güldü, gözlerinden şarap dökülünceye kadar güldü ve kendini güçlükle toplayıp ilave etti:

      “Papağanım yamandır. Bu sarayın başkadın efendisidir. Anlıyorsun, değil mi?.. Şevketlu hünkârın nasıl kadın efendileri varsa benim de var. Papağan da o takımın başı. Sultanların sultanı. Canımın canı, Şevketlu Nakilci’nin cananı… Kah kah kah… Kah kah kah… Kah kah kah…”

      Nilüfer çevik hareketlerle çarçabuk bir sofra hazırlamıştı ve efendisiyle arkadaşının yeni baştan demlenmelerini mümkün kılmıştı. Nakilci, civelek kızı odada alıkoyarak sakiliğe sevk etti:

      “Bu gece…” dedi. “Muhtasar bir ayin-i cem var. Şu oğlanın henüz ikrarı alınmadı amma yabancılığı giderildi. Baba benim, yasacı benim, her şey benim. Sen sade sakilik edeceksin. Sema sırası gelince kimlerin döneceğini gene ben söylerim.”62

      Fakat Nilüfer’in dem tablasına63 ellerini koyup boyun kestikten sonra sunduğu kadehi içmedi, gene tablaya bıraktı ve birden korkunçlaşan gözlerini Hüseyin’e çevirdi.

      “Sen…” dedi. “Gündüz farkında olmadın. Haydar Baba yolsuzluk etti, cezaya hak kazandı. Ben onu ölüme mahkûm ettim. Yakında göç borusunu çalıp yürüyecek!..”

      Böğürür gibi gülüyor, öğürür gibi gülüyor ve boyuna gülüyordu. Çakırkeyif olan Hüseyin, gözü kan, dudakları kahkaha savuran bu adama baktıkça yüreğine bir titreme geldiğini seziyordu. Onun -eli öpülen, eteği öpülen- bir babayı ölüme mahkûm ettiğini güle güle söylemesinden bilhassa haşyet alıyordu, iç bulantısı duyuyordu.

      Nakilci, neden sonra gülmesini kesti ve gözlerindeki vahşi parıltıyı giderdi.

      “Senin yoluna…” dedi. “İlk kurban o oldu. Akıllı davran ki seni de bir başkasına kurban etmeyeyim.”

      Mabeyin aralığındaki ihtarı tekrar etmek istiyordu, fakat Nilüfer’in yanında bu mevzuyu açığa vurmadı, kısa bir kahkaha daha savurarak şarap kadehine yapıştı:

      “Haydi Hüseyin!” dedi. “Nur olsun. Çek!”

      Ve kalın eliyle gür bıyıklarını silerek bir yastığa yaslandı, homurdandı:

      “Nefesi oku. Ben ‘yeter’ deyinceye kadar oku!”

      Nilüfer, dem tablasının biraz gerisinde el pençe divan duruyordu, Hüseyin de alkol dumanlarıyla dolu kafasının içini buluta sarılı bir mehtap gibi kaplayan Seher’i seyrede ede okuyordu:

      Gel benim sarı tamburam

      Sen niçin inilersin?

      İçim oyuk, derdim büyük

      Seher diyu inilerim!

      Nakilci, besteden ziyade güfteye alaka gösteriyordu, sesin ahenginden derin surette zevk almakla beraber kelimeleri tartar gibi görünüyordu. Hele Hüseyin’in ağzında Seher ismi belirdikçe garip bir uyanıklıkla gözlerini açıyor ve o kelimenin mefhumunu delikanlının dişlerinde arıyormuş gibi, bakışlarına avcı hassasiyeti takıyordu.

      O üç kişilik mecliste şuuruna yegâne sahip kalan saki kız, efendisinin bu durumunu yan gözle murakabeden geri durmuyor ve aynı zamanda Hüseyin’in güzelliklerini derece derece ölçüyordu. Bütün ev halkını -dişili, erkekli- sarhoş etmekten zevk alan Nakilci, bu gece -pek fazla kaçırmış yahut karışık hülyalara kapılmış olmalı ki- oda hizmetine seçerek sakiliğe sevk ettiği şu körpe kıza şarap içirmemişti, öyle bir teklifte bulunmamıştı. Hâlbuki Nilüfer, ömründe belki ilk defa dumanlara bürünmek, idrakini ve iradesini kaybedip yerlerde sürünmek iştiyakındaydı. Hüseyin’in saçlarına baktıkça bu iştiyakı, ta yüreğinin içinde tel tel titremeye başlıyor; Hüseyin’in gözlerine gözleri kaydıkça, gene o iştiyak dudaklarında alevli bir iştiha hâlini alıyor; delikanlının sesi ise o iştihayı yelpazeleye yelpazeleye yangın hâline getiriyordu.

      Nakilci’nin tek erkek ve sayısız kadın sistemine bağlı harem eğlenceleri iftarı kıt bir oruç hayatı yarattığından Nilüfer’le arkadaşları hep rüya ile tagaddi etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Lakin o gıda, fâni bir teselli olmaktan ileri gidemiyordu ve zevk sofrasına daima aç oturup gene aç kalkan bu kızlar, bir lokma aşk için manasız hülyalara keşkül uzata uzata ömür tüketiyorlardı.

      O evde erkeklerin çoğaldığı da görülmez değildi. Babalar, ağalar ve köçekler ara sıra hareme sokularak âlemler yapılırdı. Fakat Nakilci’nin huzurunda her erkek cinsî vasıflarını inkâr eder gibi bir duruma büründüğü için tek erkek ve sayısız kadın sisteminde değişiklik hissolunmazdı. O sebeple Nilüfer ve arkadaşları misafir ağırlamayı tatsız bulurlar ve yalnız Nakilci’nin sıkletine tahammül etmeyi tercih ederlerdi.

      Bu geceki konuk öbür misafirlere benzemiyordu. Güzellik bakımından taşıdığı fevkaladelikle beraber Nakilci’ye karşı serbest de bulunuyordu. Nilüfer, onun ya toyluktan ya nefsine güvenden doğan bu kayıtsızlığını sezdi, ondan bir şeyler ummaya başladı. Başka misafirler gibi cinsiyetini inkâr etmeyeceğine zahip olduğu bu delikanlıya şimdi kendini beğendirmek kaygısındaydı, buna muvaffak olursa kendini aylardan beri rahatsız eden tek erkek ve sayısız kadın sisteminden öç alabileceğini ümit ediyordu.

      Bakışlarını, fakat hiçbirine sezdirmeden, iki erkek üzerinde nöbetle dolaştırarak bu hesapları yürütürken Nakilci’nin müsamaha tanımayan vahşi hiddetlerini, şiddetlerini hatırladı, bir günah saati yaratmak emelinden feragat eder gibi oldu. Nakilci, misafirlerden birine gülerek baktığı için bir genç halayığı sepete koyarak yirmi dört saat kuyuda bırakmış, kadeh sunan halayığın parmağını sıktığı için de bir köçeği hadım kılığına sokmuştu.

      Şu hâlde sesi güzel, yüzü güzel, endamı güzel delikanlıyı baştan çıkarmaya savaşmak tehlikeli bir işti. Böyle bir teşebbüs hayata mal olabilirdi. Lakin o tehlikenin yanı başında da Hüseyin’in gözlerindeki ışığı içmek, onun endamında uzanan taptaze erkek kudretini tatmak ve onun sesindeki

Скачать книгу


<p>62</p>

Ayin-i cem, Bektaşi tarikatında olanların -kaçsız, göçsüz- yaptıkları içkili, danslı toplantılara denilirdi. Bu ayin için en çok kış geceleri seçilirdi. Ayinden önce “gözcü” adı verilen canlar paçaları sıvarlar, mıntıkalarını tarassut altında bulundururlardı. Gece olunca köy, oba veya mahalle halkı, yani ikrarı alınmış Bektaşiler toplantı yerine giderlerdi. Ayine erkekle kadın müsavi haklarla girerlerdi. Yani üstünlük ve ayrılık gayrılık yoktu. Baba, yüksekçe bir mindere oturmuş bulunduğu hâlde cemaati beklerdi. Onun oturuşu da muayyen bir şekilde olurdu. Yani ellerini dizlerine dayar, koltuklarını açardı.

Ayin yerine girecek olanlar kapının önünde dururlar, boyun keserlerdi ve baba destur ettikten sonra içeri girerek babanın avucunun içini öperler, geri geri çekilirler ve gene onun desturuyla oturabilirlerdi.

Ayinlerde “yasacı” denilen bir adam bulunurdu. Onun vazifesi sakileri, raksa ve semaya çıkacak olanları ayırmak, taşkınlık edenleri terbiyeye davet etmek, yüksek sesle konuşanları susturmaktı. Kadınlar ancak babanın ve yasacının emriyle sakilik yapıp semaya kalkabilirlerdi. Sakiler ilkin dem tablasının kenarına ellerini koyup boyun keserlerdi, sonra dönüp herkese dem sunarlardı.

Ayin-i cemlerin sonunda yemek yiyenler, gülbanka çekilirdi. Evlenmeyen erkeklerin ve kadınların ayinlere girmeleri caiz değildi. (e.n.)

<p>63</p>

Dem tablası: İçine içki veya şerbet bardaklarının konduğu, derinliksiz düz kap. (e.n.)