Скачать книгу

Beyefendi oldukça servet sahibi bir adam olmakla beraber devletçe memuriyeti de kendisini rahat ve bollukla yaşatabilecek bir derecede idi. Tahsilinin yalnız Doğu bilimlerine özgü olduğunu kendisi dahi itiraf etmiş olup hâlbuki Suphi ile şöyle uzun uzadıya görüştükten sonra bilimin hayret verici şeylerine merakı onu dahi bir derecelerde istila etti ki bu merakı gidermek için mutlaka bir yabancı dil öğrenmeyi lazım ve gerekli saydı.

      O zamanlar ise Prusya ile Avusturya arasındaki Sadowa Savaşı henüz meydana gelmiş olup o zamana kadar Almanya hakkında bizim Osmanlıların bilgisi pek yok iken Almanların yalnız iğneli tüfekler kullanımında pek maharetli adamlar olmayıp bunlardan ne kadar bilgin ve erdemli insan gelmiş olduğuna dair gerekli bilgi yeni yayılmaya başlamıştı. Hicabi Efendi Alman dilinde mevcut olan kütüphanenin diğer dillerin kütüphanelerinden daha fakir değil bilakis daha zengin olduğunu güzelce araştırdıktan sonra kendi kendisine dedi ki:

      “İçimizde Fransız dilini bilenlerimiz pek çoktur. Alman dili ise o kadar yaygın değildir. Haydi ben de şu dili öğrenip hiç olmazsa bununla akranlarım arasında bir sivrileyim.”

      Gerçi Hicabi Efendi artık tahsil zamanını geçirmiş ve yaşı otuza yaklaşmış ise de bu gibi gayretli kimseler için hiçbir şekilde tahsil zamanı geçmiş sayılamayacağından Viyanalı bir doktoru kendisine öğretmen tayin ederek Alman dilini öğrenmeye başladı. Bir dili kolayca öğrenmek için en büyük şart o dili konuşanların içinde yuvarlanmak olduğu için Hicabi Bey de artık Galata ve Beyoğlu’nun birahanelerine devama başladı. Ehl-i işretten değil idiyse de gaz limonatasından başladığı rağbeti yavaş yavaş bira derecesine kadar vardı.

      Bir yandan Alman dilini öğreniyor bir yandan da bilimsel meseleler üzerine eğiliyordu. Bu merakta bir dereceye vardı ki çevrilmiş ve yazılmış Osmanlıca bilimsel ve felsefi eserlerin hepsini tedarik edip okumaktan başka bu cümleden olarak aslı Arnavutluk ahalisinden olup felsefe ve doğa bilimlerindeki yed-i tulası13 bilimseverler nezdinde daima son derece saygıyla öpülmekte bulunan Hoca Tahsin Efendi’den dahi özel olarak dersler almaya başladı.

      Malumdur ki söz konusu hoca, kendi öğrencilerini yalnız düzenli şekilde ders vererek faydalandırmayıp nice bilimsel ve felsefi bahisler ve konuşmalarla dahi zihinlerini genişletir ve basiret gözlerini aydınlatırdı.

      Kısacası gerek dil gerek bilimler bakımından tahsili arttıkça merakı da artarak altı yedi ay zarfında Hicabi Efendi bir dereceyi buldu ki memuriyetini bu tahsil için engel sayarak istifasını verdi ve o zamana kadar yalnız Suphi Bey hakkında verilmekte bulunan delilik hükmü bundan böyle Hicabi Bey hakkında da verilerek zarifler meclislerinde ve mahfillerinde sonu gelmez kahkahalara Hicabi dahi sebep ve sermaye olurdu.

      Gönül ehlinin birbirini bilmemesi ve sevmemesi insaf değilmiş. Hâlbuki Hicabi Efendi daha tabiat sevdası deliliği kendisine geçmemiş olduğu zamanlar dahi Suphi’yi tanımış ve takdir edip sevmekte bulunmuş olduğundan bu defa onunla hemhâl ve hemfikir olunca gidip gelmeyi de artırdı. Haftada birkaç defa mutlaka evine giderek gece yarılarına kadar bilimsel ve felsefi konuşmalarla vakit geçiriyordu. Hatta her zaman Suphi’nin yatağını paylaşmak zahmete yol açtığından Hicabi Bey kendi evinden bir takım yatağı Suphi Bey’in evine aşırmış ve bu şekilde şu zahmet ve külfeti dahi ortadan kaldırmıştı.

      Hicabi ile Suphi arasında yalnız bir fark varsa o da Suphi’nin dünyada hiçbir kimsesinin bulunmamasına karşılık Hicabi’nin zevcesi, iki çocuğu, bir kız kardeşi ve bir de kendisinden küçük biraderi bulunmasından ibaretti. O zamana kadar ailesi halkına sevgisi ve evini refah içinde yaşatmaya gayreti başkaları için dahi uyulması gerek bir örnek olan Hicabi Efendi artık evin idaresini küçük kardeşine bırakarak zamanını ya kırlarda kelebek ve böcek avlamak ve otlar, kökler, çiçekler toplamak veyahut Suphi’nin evinde bilimsel konuşmaları sabahlara kadar uzatmak ile geçirmeye başlayınca buna ailesi haddinden fazla gücenmeye başladığı gibi eşi dostu da onlarla aynı dili konuşarak Suphi’yi ayıplamaya ve kötülemeye koyuldular. “Allah belasını versin, kendisi çıldırmış olduğu gibi bizimkini de çıldırttı!” sözleri bunların diline dolanmıştı. Diğer ayıplayıcı kişiler ise aile halkından daha ileriye vararak o gibi bilimle uğraşan kişilerin âdeta zararlı delilerden olduklarını ve eğer yüce hükûmet bunları tımarhaneye doldurur ise tam isabet etmiş olacağına hükmederlerdi.

      İşte yaz mevsimi bu şekilde geçtiği gibi kış mevsimi geldiği zaman Hicabi Bey hemen hiç de evine barkına uğramaz oldu. Zaten evine gelecek olsa dahi mutlaka Suphi Bey ile beraber gelip zamanlarını yine felsefi konuşmalarla geçirirlerdi. Bu felsefi konuşmalar bitip tükenir şey midir ki Hicabi ona bir ara verebilsin de biraz da dünyasını, kendini ve ailesini düşünsün!

      Bir akşam Hicabi Bey, Firuzağa taraflarında bulunan kendi evinde Suphi Bey’siz bulunarak ailesi halkı kendisine böyle yalnızca malik olabildikleri için sevinmekte iken saat üçten sonra çat çat kapı çalındı. Kapı açılınca Suphi Bey’in gelmiş olduğu görülerek ev halkı ne kadar üzüldü, ne kadar kızdı ise Hicabi bilakis o kadar memnun olup arkadaşını karşılamaya can attı.

      Artık aralarındaki münasebet senli benli söyleşmek derecelerini bulmuş olduğu için Hicabi dedi ki:

      “Aman birader! Ne kadar isabet ettin! Akşamdan beri nasıl vakit geçireceğimi bilemeyerek iç sıkıntısından çatır çatır çatlamakta idim.”

      “Aman kardeş! Sana bir müjde ile geliyorum ki sevincinden çıldırmalısın!”

      “Korkarım tabiat tarihi kitaplarında mevcut olmayan bir böcek keşfettin!”

      “Değil değil! Daha mühim! Kuzeye efendim kuzeye!”

      Suphi bu sözü o kadar telaşla söylemişti ki âdeta Hicabi dahi arkadaşını çıldırmış sanarak dikkatli dikkatli yüzüne baktı.

      Merdiven ayağında bu bahsi uzatmanın, zaten memnuniyetsizliklerini anladığı ev halkını bir kat daha çıldırtacağını bildiği için Hicabi Bey arkadaşını yukarıya alarak sordu ki:

      “O nasıl söz? ‘Kuzeye kuzeye’ ne demek?”

      “Kuzey Kutbu’na kadar seyahate gitmek amacı gerçekleşiyor.”

      “Deme Allah’ı seversen!”

      Hicabi’nin bu sözü dahi Suphi’den daha az delice bir telaşla söylenmemişti. Suphi cevaben dedi ki:

      “Beyoğlu’ndan, İngiliz Club Commercial’ından geliyorum. İstanbul civarında bulunan böcekler ile ot ve çiçeklere dair toplamaya muvaffak olduğum iki koleksiyon yok mudur?”

      “Ey?”

      “Evvelki gün bir İngiliz seyyahı bize gelerek bunları görmüş, hem de son derece hayretle seyretmişti. Meğer herif bunları satın alma merakına düşmüş. Bir dostuma aracılık etmesini rica etmiş. O da dün bana işi açmıştı. Pek de satmak niyetinde olmadığımdan bin adet sterlin lirası verirse vereceğimi söylemiştim. Herif bu fiyatı kabul ederse ne dersin?”

      “Allah aşkına!”

      “Ama yalnız numuneleri istemiyor. Benim yapmış olduğum resimlerimi de beraber istiyor. Hani ya pek de pahalı olmuş olmayacak öyle değil mi?”

      “Öyle ama…”

      “Dur! Dahası var. Yalnız bu kadar değil. Alışveriş yalnız bundan ibaret olsaydı ben belki razı olmazdım. Club Commercial’da bir de Mısırlı beyzade var. Yok beyzade değil, paşazade imiş.”

      “Ne zade olursa olsun.”

      “Öyle ya! Ne zade olursa olsun. İngiliz bizim kütüphanenin mükemmeliyetini bu Mısırlıya anlatmış. Hatta bir müşteri bulursam satacağımı da söylemiş. Mısırlı ile konuştu. Kataloğu gereğince ve satış fiyatıyla satın

Скачать книгу


<p>13</p>

“Yed-i tula” kelimesi hem “en uzun el” hem de “geniş nüfuz” manasına gelmektedir.