Скачать книгу

kahveyi usul usul fincanlara boşaltıyordu. İstanbul’da her müşteriye özel kahve yapılır ve yanında bir bardak su ile servis edilir çünkü Türkler kahve fincanından bir yudum almadan önce mutlaka su içerler. Bir duvarda küçük bir ayna asılıydı, aynanın yanında içine usturaların, tıraş takımlarının yerleştirildiği raf gibi bir şey vardı; zira Türk kahvelerinin çoğunluğu aynı zamanda berber dükkânı olarak kullanıldığı ve kahveciler aynı zamanda kesip biçmek gibi işleri de yaptığı için müşteriler kahvelerini içerken dükkân çalışanlarının kurbanlarını doğradığı görülmemiş değildir. Karşı duvarda, yılanlar gibi kıvrılan uzun marpuçlu kristal nargileler ve kiraz ağacından yapılmış toprak çubuklarla dolu başka bir raf asılıydı. Divanın üzerine oturmuş, düşünceli görünen beş Türk nargilesini içerken, diğer üçü aralıksız dizilmiş alçak hasır taburelerin olduğu kapının önünde sırtlarını duvara vermiş ağızlarında bir çubukla bekleşiyorlardı, bu sırada dükkândan genç bir çocuk devetüyünden cüppe giymiş dev bir dervişi saç tıraşı ediyordu. Kimse oturduğumuz yöne bakmıyor, kimse konuşmuyordu. Kahveci ve çırağı dışında hiç kimseden ses çıkmıyor, hiç kimse en ufak bir hareket yapmıyordu. Nargile suyunun kedilerin mırıldandıklarında çıkardığı sese benzer fokurdamasından başka kahvede çıt çıkmıyordu. Hepsi gözlerini kırpmadan önüne bakıyordu ve hiçbirinin yüzünde tek bir anlamlı ifade yoktu. Bal mumu heykellerle dolu küçük bir müzedeydik sanki. Bunun gibi kaç sahneyle dolu hafızam. Ahşap bir ev, içinde oturan bir Türk, çok uzaklarda görünen bir manzara, dev bir ışık, derin bir sessizlik: İşte Türkiye! Hollanda denilince insanın aklına bir su kanalının ya da bir yel değirmeninin gelmesi gibi Türkiye denilince benim de zihnimde hemen bu görüntüler canlanıyor.

      PİYALEPAŞA

      Kasımpaşa’nın yüksek tepelerinden tersaneye kadar inen büyük bir Müslüman mezarlığının yanından kuzeye doğru çıktıktan sonra ortasındaki bahçelerin ve bostanların yeşilliği arasına saklanmış küçük bir mahalle olan Piyalepaşa’ya vardık ve buraya adını veren caminin önünde durduk. Altı zarif kubbenin yükseldiği, kemerli ve ince sütunlarla çevrili avlusu, incecik minaresi ve etrafını bir taç gibi saran dev servi ağaçlarıyla bezeli bir camiydi bu. Orada bulunduğumuz saatte etraftaki tüm evlerin kapıları kapalıydı, sokaklar ıssızdı, caminin avlusu da terk edilmiş gibi bomboştu, öğle güneşinin yaydığı ışık ve bu saatlerde çöken ağırlık yüzünden etrafta at sineklerinin çıkardığı vızıltılar dışında hiçbir ses yoktu. Saate baktık: on ikiye üç dakika vardı: müezzinlerin İslam’ın kutsal çağrısını dört bir yana duyurabilmek için camilerin minaresine çıktığı, Müslümanların beş önemli vaktinden birindeydik. Bu vakitte peygamberin habercisi olarak müezzinin belirmediği tek bir cami bile yoktur İstanbul’da ancak yine de bu devasa şehirde, bu ıssız camide, bu saatte, bu derin sessizlikte, birinin ortaya çıkıp bu sesi dört bir yana duyuracak olması mümkün değilmiş gibi geliyordu. Saatimi elime aldım, sessizce dakikaların ilerleyişini izlerken bir yandan da yüksekliği neredeyse üç katlı bir ev kadar olan minare şerefesinin kapısına bakıyor, merak içinde bekliyordum. Yelkovanın siyah ucu tam altmışıncı saniye çizgisine dokundu ancak kimse görünmedi. “Gelmeyecek!” dedim. “İşte!” dedi Yunk. Müezzin görünmüştü. Şerefenin korkuluğu onu saklıyor, bu kadar uzaklıktan yüzü hariç hiçbir fizyolojik özelliği ayırt edilemiyordu. Birkaç dakika boyunca hareketsizce durdu, sonra kulağını parmaklarıyla kapadı ve yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi, keskin, yavaş, kusursuz bir ses tonu, kederli ve görkemli bir aksan ile Afrika, Asya ve Avrupa’da da yankılanan o kutsal kelimeleri okumaya başladı : “Allah büyüktür! Allah’tan başka ilah yoktur! Muhammed Allah’ın resulüdür! Haydi namaza! Haydi kurtuluş ve feraha! Allah’tan başka ilah yoktur! Haydi namaza!” Müezzin şerefede yarım tur döndü ve aynı sözleri kuzeye doğru tekrarladı, sonra doğuya ve batıya en sonunda kayboldu. Bu sırada uzaklarda yardım isteyen birinin çığlığıymış gibi yankılanan bir sesin son notaları cılız cılız kulağımıza geliyordu. Sonra ses kesildi ve sanki o cılız ses yalnızca ikimizi duaya çağırmış gibi, belli belirsiz bir hüzün hissederek Allah’ın terk ettiği iki zavallı gibi sessizliğe gömüldük. Hiçbir çan sesi kalbime ezan kadar derinden dokunmamıştır, böylece o gün neden Muhammed’in, müminleri ibadet etmeye çağırmak için, Yahudiler gibi trompet ya da Hristiyanlar gibi çan tercih etmeyip insan sesini tercih ettiğini anladım. Bu seçim üzerine peygamber de uzun süre kararsız kalmış, eğer çan seçmiş olsaydı Doğu bugün bambaşka görünecekti, minareler olmayacak şehrin ve Doğu’nun bu kendine has ve en güzel özelliklerinden biri kaybolacaktı.

      OKMEYDANI

      Piyalepaşa’dan batıdaki tepelere tırmanırken kendimizi çorak topraklı geniş bir alanda bulduk. Burada Eyüp Mahallesi’nden Sarayburnu tepelerine kadar tüm Haliç ve İstanbul ayaklarımızın altındaydı; dört mil boyunca uzanan bahçe ve camiler, cennetten bir parçaymış gibi diz çöküp hayranlıkla izlenebilecek bir ihtişam, bir zarafet. Burası sultanların Pers kralları gibi ok atmaya geldikleri yer, Okmeydanı. Burada birbirine eşit olmayan mesafelerde, sultanların oklarının nereye düştüğünü gösteren, üzeri yazılı birkaç mermer sütun duruyordu. Sultanların yaylarını gerdiği zarif köşk de hâlâ buradadır. Sağ tarafta, kırlık bölgelerde, padişahın hünerini temsil eden paşa ve beyzadelerden oluşan uzun bir sıra oluşur, sol tarafta, düşen okların yerini işaretlemek ve okları toplamak için sağa sola koşuşturan on iki iç oğlanı dizilirmiş, etrafta, ağaçların ve çalıların arkasında, ulu padişahın hünerlerini gizlice seyretmeye gelmiş Türkler saklanırmış ve locada imparatorluğun en dinç okçusu Sultan Mahmud kusursuzmuş gibi bir edayla oturur, içinden kıvılcımlar çıkardığı gözleriyle izleyenlerin bakışlarına engel olur, dağ kargası rengindeki siyah sakalı ile yeniçeri kanının sıçradığı beyaz kaftanının üzerinden uzaktan da olsa hemen belli olurmuş. Artık bunların tümü değişmiş ve sıradanlaşmış: Sultan tabancasını sarayın avlusunda sıkıyor, Okmeydanı’nda yalnız atış talimi yapan piyadeler var. Bir yanda derviş tekkesi, diğer yanda tenha bir kahvehane bulunuyor ve tüm kır bir bozkır gibi ıssız ve kederli.

      PİRİPAŞA

      Okmeydanı’ndan Haliç’e doğru inerken, kendimizi ismini belki de Muhteşem Süleyman’ı yetiştiren I. Selim’in ünlü veziriazamından alan Piripaşa isimli küçük bir Müslüman mahallesinde bulduk. Piripaşa Haliç’in karşı kıyısındaki Yahudi mahallesi Balat ile yüz yüzedir. Burada birkaç köpek ve birkaç yaşlı Türk dilenci dışında kimseye rastlamadık. Ancak bu yalnızlık mahalleyi güzelce keşfetmemiz için bize fırsat verdi. Şaşırtıcı bir şey. İstanbul’un denizden ya da yakındaki tepelerden izleyip sonrasında içine girdiğiniz mahallelerinden biri olan bu mahalle kendinizi daha önce izlediğiniz bir gösterinin artık sahnesindeymişsiniz gibi hissettirir, bu çirkin ve sefil şeylerin uzaktan ne harika göründüğünü düşünürsünüz. Eminim ki dünyanın hiçbir yerinde güzellik İstanbul’daki kadar dış görünüşten ibaret değildir. Balat’tan bakınca Piripaşa canlı renkleri, Haliç’e bir su perisi gibi yansıyan yeşillikleriyle aşka ve hazza dair pek çok his uyandırır. Ancak içine girdiğiniz anda her şey yok oluverir. Burada dökük kulübelerden, rengi solmuş barakalardan, cadıların yuvalarını andıran dar ve pis avlulardan, toz içinde kalmış incir ve servi ağaçlarından, molozlar yığılmış bahçelerden, terk edilmiş gibi duran sokaklardan, yoksulluk, çöp ve kederden başka bir şey yoktur. Fakat yokuş aşağı inin, bir kayığa atlayın, toplamda beş kürekten sonra uzaktan güzellik ve zarafeti bir arada sunan Piri Paşa’yı yine görürsünüz.

      HASKÖY

      Haliç kıyıları boyunca ilerlerken, bir başka büyük, kalabalık,

Скачать книгу