Скачать книгу

kalkınca, kendimize: “Bugün bu devranın hangi köşesini görsek acaba?” diye sorabilir, iki kıta ve iki deniz arasında seçim yapabiliriz. Her meydanda emrimize amade eyerlenmiş atlar, her koyda küçük tekneler, yüzlerce iskelede bekleyen vapurlar, sallanan kayıklar, uçan talikalar, tüm Avrupa dillerini konuşan bir rehber ordusu bulunur. İtalyan komedisine gitmek, dervişlerin sema dansını izlemek, Türk Karagöz’ün maskaralıklarına gülmek ya da Paris tiyatrolarının müdavim şarkılarına eşlik etmek mi istiyorsunuz yoksa çingenelerin cambazlıklarını izlemek, bir halk şairine bir Arap efsanesi anlattırmak, Rum tiyatrosuna gitmek, bir imamın vaazını dinlemek, bir sultan geçitini izlemek mi istiyorsunuz? İsteyin ve olsun. Her milletten insan sizin hizmetinizdedir: Ermeni sizi tıraş etmek, Yahudi ayakkabılarınızı parlatmak, Türk sandalla dolaştırmak, Zenci hamamda kese yapmak, Rum size kahve pişirmek üzere aklınızı çelmek için emrinize amade bekler. Diliniz damağınız kuruduysa hemen çevrenizde Olimpos dağları karlarından yapılan dondurmaları bulursunuz, eğer boğazınıza düşkünseniz, sultan gibi, Nil’in sularından içebilirsiniz, eğer mideniz çok hassassa Fırat’ın suyundan eğer asabi iseniz Tuna’nın suyundan içersiniz. Yemeğinizi isterseniz bir Arap gibi çölde ya da Maison Doree otelindeki zenginler gibi yersiniz. Ufak bir şekerleme yapmak için mezarlıklar, mest olmak için Valide Sultan Cami’ne bakan Galata Köprüsü, hayal kurmak için Boğaz, pazar günlerini geçirmek için Prens Adaları, Anadolu’yu seyretmek için Bulgurlu Dağı, Haliç’i seyretmek için Galata Kulesi, her yeri tek bakışta görmek için ise Serasker Kulesi vardır. Ancak burası yine güzelden ziyade tuhaf bir şehirdir. Aklımızın ucundan geçmeyecek şeyler, burada hepimizin gözleri önünde cereyan eder. Üsküdar’dan Mekke’ye kervan hareket eder, eski payitaht Bursa’ya aktarmasız tren gider, eski sarayın gizemli surlarının arasından Sofya’ya kadar demir yolu geçer, Aşai Rabbani’yi taşıyan Katolik rahibe Türk askerleri eşlik eder, halk mezarlıkların arasında eğlenir, yaşam, ölüm, mutluluk hepsi burada birbirine geçer ve birbirine karışır. Burada Londra’daki canlılık ile Doğu’nun sessiz uyuşukluğu bir bütün içindedir, muazzam bir kamusal yaşam vardır ama bir yandan da gizemi asla çözülemeyen özel bir yaşam da vardır, mutlak bir hükûmet bulunur ancak bir yandan da sınırsız bir özgürlük hüküm sürer. İlk birkaç gün için hiçbir şey idrak edemezsiniz: Size, bu bozukluk sona erecekmiş ya da bir devrim patlayıverecekmiş gibi gelir hep; her akşam eve dönerken bir yolculuktan dönüyormuş gibi hissedersiniz ve her sabah biri size mutlaka “İstanbul bu yakınlarda mı acaba?” diye sorar. Şaşkına dönersiniz, karşılaştığınız bir izlenim diğerini siliverir, arzular birbirini kovalar, zaman uçar gider, bir gün tüm hayatınızı burada geçirmek isterken ertesi gün toplanıp gitmek istersiniz. Peki, bu karmaşayı oturup yazmak isterseniz ne olur? Öyle bir an olur ki masanın üzerine yayılmış tüm kâğıt ve tüm kitapları bir demet hâlinde camdan fırlatasanız gelir.

      Haliç’te Türk Kahvesi

      GALATA

      Arkadaşım da ben de ancak vardıktan dört gün sonra kendimize gelebildik. Sabahın erken saatlerinde köprüye gelmiştik ve günü nasıl geçireceğimize henüz karar vermemiştik. Yunk sakin sakin, etrafı gözlemleyerek şehirde bir tur atmayı önerdi. “Yürüyelim.” dedi. “Gece yarısına kadar sürse de Haliç’in kuzey kıyılarının tamamını gezelim. Bir Türk lokantasında kahvaltımızı yapar, bir çınar ağacının gölgesinde azıcık kestirir ve sonra kayıkla da geri döneriz.” Teklifini kabul ettim, yanımıza sigara ve bozuk para aldık, şehir haritasına şöyle bir göz gezdirip Galata’ya doğru yola koyulduk.

      İstanbul’u yakından tanımak isteyen okur bize eşlik etme fedakârlığında bulunsun. Galata’ya vardık, gezimiz tam bu noktadan başlayacak. Galata, Antik Bizans mezarlarının bulunduğu, Boğaziçi ve Haliç’in arasında denize doğru uzanan bir tepenin üstüne kurulmuştur. Burası İstanbul’un merkezidir. Neredeyse tüm sokaklar dar ve dolambaçlıdır, sokakların her yerinde tavernalar, pastaneler, berberler, kasaplar, Rum ve Ermeni kahvehaneleri, tüccar yazıhaneleri, atölyeler, barakalar vardır, hepsi Londra’nın varoş mahallelerinde olduğu gibi karanlık, ıslak, çamurlu ve kaygandır. Yoğun bir kalabalık tramvaya, eşeklere, at arabalarına, hamallara yol vermek için devamlı kenara çekilmek zorunda kalarak koşturur durur. İstanbul’un neredeyse tüm ticareti bu semt üzerinden yapılır. Burada Menkul Kıymetler Borsası, Gümrükçüler, Avusturya Lloyd ve Fransız Mesajeri yazıhaneleri, kiliseler, konvansiyonlar, hastaneler ve depolar vardır. Bir yer altı demir yolu Galata ve Pera’yı birbirine bağlar. Eğer yol üzerinde sarıklıları ve feslileri görmezseniz, burası hiç de Doğu ülkesi gibi gelmez size. Dört bir yandan Fransızca, İtalyanca ve Cenevizce konuşulduğu işitilir. Burada Cenevizliler, neredeyse kendi evindelermiş gibi davranırlar, limanları kendi gönüllerine göre kapattıkları ve imparatorluğun tehditlerine top atışıyla karşılık verdikleri günler geride kalsa bile hâlâ patron havasında takılırlar. Oysa onların gücünden geriye ağır kemerlerle desteklenen birkaç eski ev ve Voyvoda’nın ikamet ettiği eski antik binadan başka bir şey kalmamıştır. Eskilerin Galata’sı artık neredeyse tamamen yok olmuştur. İki uzun yolun inşası binlerce evin yok olmasına sebep olmuştu, bu yollardan biri Pera’ya doğru çıkar ve diğeri ise kıyıya paralel olarak Galata’yı bir ucundan diğer ucuna bağlar. Arkadaşımla birlikte atlı tramvayların geçişine yol açmak için dükkânlara sığınarak bu yoldan yürümeye başladık. Tramvayların önünde, yolu boşaltmak için ellerinde bir kamışla önlüklü Türkler yürüyordu. Her adımda kulaklarımızda bir ses yankılanıyordu. Türk hamal, “Çekilin!” Ermeni saka, “Su var!” Rum saka, “Crio nero!” Türk eşek sürücüsü, “Burada!” şerbetçi, “Şerbet!” gazete satıcısı, “Neologos” Frenk arabacı, “Varda, varda!” diye bağırıyordu. On dakika süren yürüyüşümüz sonunda neredeyse sağır olmuştuk. Bir yerde bir yolun hiç asfaltlanmadığını fark edince şaşırdık, taşlar yerlerinden daha yeni sökülmüş gibi duruyordu. Durup iyice baktık, sebebini anlamaya çalışıyorduk. Bir İtalyan esnaf merakımızı giderdi. Bu sokağın sultanın saraylarına çıktığını söyledi. Birkaç ay önce, emperyal alayı buradan geçerken, Abdulaziz majestelerinin atı kaymış ve düşmüş, bunun üzerine iyi kalpli sultan oldukça üzülmüş ve sinirlenerek atın düştüğü yerden sarayına kadar olan bölgeden taşların derhâl sökülmesini emretmiş.

      GALATA KULESİ

      Mutlaka hatırlanması gereken bu noktada gezimizin doğu sınırını belirledik ve sırtımızı Boğaziçi’ne verip, bir dizi kasvetli ve kirli caddeden geçerek Galata Kulesi’ne doğru yöneldik. Galata semti açık bir yelpazeye benzer ve tepenin doruğuna yerleştirilmiş kule bu yelpazenin sapı gibidir. Kule konik çatılı, koyu renkli, oldukça yüksek ve yuvarlaktır, çatısının altında geniş pencereler bir tur atarlar ve bu hâliyle burası şeffaf bir teras gibi görünür. Burada şehirde çıkan yangınları haber verebilmek için gece ve gündüz bir bekçi bekler. Ceneviz Galata’sı, Galata’yı Pera’dan ayıran surların bitişiğinde yükselir, bu surlardan geriye artık tek bir iz bile kalmamıştır. Kule de zaten savaşırken hayatını kaybeden Cenevizlilerin anısına dikilen o eski İsa Kule’si değildir, Sultan II. Mahmud onu yeniden inşa ettirmiş, III. Selim ise ilk defa restore ettirmiştir lakin yine de burası Cenevizlilerin şanıyla taçlandırdığı bir anıt olarak hatırlanacaktır ve burada bir İtalyan, Şark imparatorluğuna karşı direnen ve ana vatan bayrağını bu kulede yüzyıllar boyunca dalgalandıran o yürekli ve kahraman bir avuç tüccarı, denizciyi ve askerî gururla düşünmeden edemez. Kuleyi geçince kendimizi bir Müslüman mezarlığında bulduk.

      GALATA

Скачать книгу