Скачать книгу

adam!.. Oldukça vahşi olan bu insanlar tek bir söz etmeden üzerimize saldırdılar ve bizleri yaka paça hükümdarlarına götürdüler. Hükümdar bizlere oturmamızı işaret etti. Biz de korkumuzdan dediğini yapmak zorunda kaldık. Sonra önümüze, ne olduğu hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığımız bir çeşit yemek koydular. Arkadaşlarım şiddetli açlığın da etkisiyle yemeye başladılar fakat ben midem bulandığı için yiyemedim. Sonradan anladım ki o yemekten uzak durmam bana Allah’ın bir lütfuymuş. Öyle bir lütuf ki hayatta kalmamı sağladı… Arkadaşlarım yemeği yer yemez akılları başlarından gitti ve bir anda çok tuhaf davranmaya başladılar. Âdeta kötü bir ruh tarafından ele geçirilmiş gibiydiler; iştahla o yemeği yemeye devam ediyorlardı. Yemekleri bitirince vahşi adamlar onlara Hindistan cevizi yağı içirdiler ve zavallıları yağlamaya başladılar. O şeyi içmelerinden kısa bir süre sonra gözleri döndü ve iradelerini kaybedip daha bir iştahla yemeye başladılar.

      Onları görünce kafam karıştı ve kendim için olduğu kadar onlar için de endişelenmeye başladım. Zamanla anladım ki bu vahşiler hükümdarları gulyabani olan bir kabileye mensuptu ve Mecusi’ydiler.

      Bu canavarlar, ülkelerine uğrayan herkesi ele geçirip hükümdarlarına yediriyorlardı. O yağla yağlamalarının sebebi ise midelerini genişletip daha fazla yemelerini sağlamaktı. Böylece daha semiz ve yağlı oluyorlardı belli ki… Yedikleri o yemekse akıllarını başlarından alıyor ve zavallıları aptallaştırıyordu. İyice beslenip yağlı ve şişman olan insanları kesiyor, sonra da pişirip hükümdarlarına sunuyorlardı. Vahşiler ise insan etini çiğ çiğ yiyorlardı.

      Bunları görmek, kendim ve dostlarım için büyük bir üzüntü duymama sebep oldu. Zavallı arkadaşlarım artık delirmişti ve başlarına gelenlerden bihaberlerdi. Bu vahşi insanlar onları âdeta bir koyun sürüsü gibi otlatıyordu. Günden güne daha da şişmanlıyordu talihsiz arkadaşlarım… Bana gelince; korkudan kemiklerime kadar titriyordum. Açlıktan hasta düşmüştüm. Vahşiler bu hâlimi görünce beni tek başıma bıraktılar. O kadar ki varlığımdan haberdar bile değillerdi. Beni unuttuklarına emin olduğum anda aralarından kaçtım ve sahile doğru yürümeye başladım. Etrafı sularla kaplı yüksek bir yerde oturan yaşlı bir adam gördüm. Kendisine baktığımda çoban olduğunu anladım. Bu adam arkadaşlarımı otlatmakla görevli olan kişiydi. Beni görüp de aklımın başında olduğunu, diğerleri gibi yemeğin etkisinde olmadığımı anladığında işaretlerle âdeta şunları söyledi:

      ‘Geriye dön ve sağdaki yoldan devam et; o yol seni hükümdarın sarayının bulunduğu yola götürecektir.’

      Ben de adamın dediği gibi geriye döndüm ve sağdaki yoldan yürümeye başladım. Yaşlı adamın korkusundan önceleri koşuyordum; fakat adamın beni göremeyeceği bir mesafeye varınca yürümeye başladım. Bu arada güneş batmış ve karanlık iyiden iyiye yüzünü göstermişti. Uyuyup dinlenebilmek için oturdum fakat korku ve açlıktan bir türlü uyuyamıyordum. Şiddetli yorgunluk da cabası… Sabaha karşı ayağa kalktım ve güneş doğup da tüm güzelliğiyle doğaya merhaba dediğinde yürümeye başladım. Aç karnımı etraftaki otlar ve çimenlerle doyurmuştum. Ertesi gün ve gece boyunca yolculuğa devam ettim. Böyle böyle yedi gün yedi gece boyunca ilerledim. Sekizinci günün sabahında uzakta gördüğüm bir şey dikkatimi çekti. Korkudan kalbim küt küt atarken oraya doğru yaklaştım ve gördüğüm şeyin, biber tohumları toplayan bir avuç adam olduğunu anladım.

      Beni görür görmez yanıma yaklaşıp etrafımı kuşattılar ve:

      ‘Sen kimsin ve nereden geliyorsun?’ diye sordular.

      ‘Ben fakir bir yabancıyım.’ dedim.

      Sonra onlara yaşadığım bütün zorlukları anlattım. Vahşi adamlardan nasıl kaçtığımı söylediğimde kurtuluşuma sevinerek şöyle dediler:

      ‘Allah biliyor ya bu inanılmaz bir şey… Ellerine düşen herkesi büyük bir iştahla yiyen bu cani sürüsünün pençelerinden nasıl kurtuldun? Onların eline düşenin kurtuluşu olmaz!’

      Arkadaşlarımın başına gelenleri anlattım. Bu iyi yürekli insanlar, söylediklerime kulak vermekle kalmadılar yanlarındaki yiyeceklerden de ikram ettiler. Çok aç olduğumdan iştahla yedim ve birazcık da olsa rahatladım. Adamlar işleri bitince beni hükümdarlarının huzuruna götürdüler. Hükümdar, selamıma karşılık verdi ve beni saygıyla ağırlayarak vaziyetimi sordu. Bağdat’tan ayrıldığım günden itibaren başımdan geçen her şeyi tek tek anlattım. Maceralarımı büyük bir merakla dinledi ve saray mensuplarıyla birlikte kendisine yemekte eşlik etmemi istedi. Ben de karnımı iyice doyurdum. Rabb’ime bol bol şükrediyordum bu arada. Sonra saraydan ayrıldım ve kafamı toparlamak için şehirde gezdim. Bu ülkenin insanları varlıklıydı.

      Böylesine güzel bir yere ulaştığım için oldukça mutluydum. Yaşadığım onca sıkıntının sonunda nihayet huzura kavuşmuştum. Şehrin insanlarıyla dost oldum. Çok geçmeden hükümdarın ve onların gözünde saygıdeğer bir adam, önemli bir kişi olmuştum. Şehirdeki herkesin -zenginin de fakirin de- oldukça değerli, kaliteli atlara bindiğini gördüm fakat bu atların üzerinde eyer yoktu. Ben de merakla hükümdara sordum:

      ‘Biniciye rahatlık verecek ve onun ata iyice hâkim olmasını sağlayacak eyerleri neden kullanmıyorsunuz efendim?’ ‘Eyer nedir? Bahsettiğin şeyi ne gördüm ne de duydum.’ diye cevap verdi.

      ‘Müsaade ederseniz size bir eyer yapayım; üzerine biner ve ne kadar kullanışlı olduğunu görürsünüz.’ dedim.

      ‘Yap öyleyse.’

      ‘Öncelikle biraz tahtaya ihtiyacım olacak.’

      Bana ihtiyacım olan tahtayı temin ettiler. Ben de becerikli bir marangoz buldum ve ona eyer kaltağının nasıl yapılacağını çizerek anlattım. Sonra bir miktar yünü eyer gövdesinin etrafına sardım ve üzerini deriyle kapladım. Deriyi iyice parlattıktan sonra iyi bir demirci buldum ve ona üzenginin nasıl yapılacağını tarif ettim. O da bir çift üzengi yapıp iyice düzleştirdi ve bana teslim etti. Dahası, ipekten püsküller yapıp eyerin etrafını süsledim. Sonra da en kaliteli kraliyet atlarından birini getirip eyeri yerleştirdikten sonra atı hükümdara götürdüm. Hükümdar, eyeri çok beğendi ve bana teşekkür etti. Sonra büyük bir neşe içinde atıyla gezmeye başladı. Tabii bu zahmetimi de karşılıksız bırakmadı.

      Eyeri gördüğünde hükümdarın veziri de bir tane istedi. Ben de yapıp kendisine teslim ettim. Aynı şekilde diğer soylular ve generaller de benden eyer istiyorlardı. Böyle böyle ben de eyer yapma işiyle meşgul olmaya başladım. Demirciye ve marangoza da işin nasıl yapılacağını öğrettiğimden mesleğimde gitgide ustalaşıyordum. Eyer ticaretiyle meşgul olmak büyük bir servet kazanmama ve hükümdarın gözünde muteber biri olmama yol açtı. Bir gün hükümdarın yanında oturup kendisiyle sohbet ederken bana şöyle dedi:

      ‘Ah benim biricik kardeşim! Sen artık bizden birisin, bizim parçamızsın. Sana o kadar saygı duyuyor ve seni o kadar çok seviyoruz ki artık senden ayrılamayız, ülkemizden gitmene gönlümüz razı olmaz. Bu sebepten bir konuda bana itaat etmeni rica edeceğim. Lütfen bana karşı gelme.’

      Ben: ‘Sultanım, benden ne istiyorsunuz? Size karşı gelmek aklımın ucundan geçmez. Bana yaptığınız iyilikler ve nezaketinizden dolayı kendimi size borçlu hissediyorum. Allah’ın da izniyle ben sizin hizmetkârınızım.’ dedim.

      ‘Seni hoş, zeki ve uyumlu bir hanımla evlendirmek niyetindeyim. Kendisi güzel olduğu gibi zengindir de. Böylelikle yalnızlığından kurtulur, buralara iyice yerleşirsin.’

      Bu sözleri duymak beni öylesine mahcup etmişti ki ona cevap veremedim. Bunun üzerine bana sordu:

      ‘Neden cevap vermiyorsun oğlum?’

      ‘Ah

Скачать книгу