Скачать книгу

para verip, “Bize kasabadan bu eşyaları alacaksın” demişler. “Hayır” desen öleceksin. “Evet” desen ölme tehlikesi var. Birisi peşin ölüm… Osman gene akıllı davrandı; ölümden kaçtı.

      Ne oluyordu? Neydi bu olup bitenler? Neler dönüyordu? Herkesin gözlerinde okunan çaresizlik ve korkunun sebebi neydi? Bunu daha sonra K.K.E. (Yunanistan Komünist Partisi) çetecileri her gece köylere baskın yapmaya, köprüleri, demiryollarını atmaya, birkaç uçağın uzak tepelere kartallar gibi saldırarak ortalığı duman ve derinden gelen uzak patlamalara boğmağa başlamasından sonra anlamıştım. Herkesler işinde gücündeyken, ovanın ortasından geçerek düdüğünü acı acı öttüren bir tirenin çığlığı yerini birden korkunç bir patlamaya bırakıyor, yerden kapkara bir duman yükseliyordu. Yarım saate varmadan tüfekli askerler rasgele, sağa sola ateş ederek geliyor, her önüne geleni tüfek dipçikleriyle döverek topluyor, topladıkları kişileri şehre, kışlalara götürüyorlardı. Dövünen kadınlar, ninelerinin feraceleri altında titreşen çocuklar, suskun yaşlı erkekler bir duvarın altında, götürülen yakınlarını bekliyorlardı. O günlerde ara sıra Osman Aga’dan da haber alıyorduk. Bütün arkadaşları birer iş güç sahibi oldukları halde o daha belli başlı bir işe tutunamamıştı. Dilini de düzeltmiyormuş hiç. Burada nasıl konuşuyorduysa orada da öyle konuşuyormuş. Bu konuşması yüzünden herkes “Muhacir Osman” diyormuş kendisine. O gülermiş buna.“Olsun be” dermiş. “Muhacir diyil miyim?”

      Muhacir Osman!.. Denizin uçsuz bucaksız ufkundaydı gözleri ve durmadan soruyordu:

      –Hasan Çavuşlar’ın tarlasının başındaki kaynarca durur mu? Buz gibiydi suyu… Salardık içine bostanları… Ama yoktur artık. (Sonra bir umutla soruyordu yine ) Yoksam durur mu yerinde? Bazı memleketlilere sorarım, kimi yok der, kimi var. Konuşurlar karı gibi.

      Kaynarca çoktan kurumuş, kapanmıştı ama, “Orda” diyordum. “Aynı eskisi gibi. Buz gibi suyu. İçinden yine karpuzlar eksik olmuyor.”

      –Bizim viranelikler (evler) ne alemde? Bozmuş, yenilemiş kalba Hacıların Bekir onları. Sen belkim de hatırlamazsın, çok çiçek vardı haremde. Papatkeler, hem de kır meneşeleri. Var mıdır gene haremde?

      –Olduğu gibi duruyorlar, diyordum. Hatta kafesler bile. Çocuklar baharda ilk menekşeleri sizin avludan koparıyorlar yine. Bekir, avlunun günbatısına yaptı yeni evi. Hani bir iğde ağacı vardı eskiden; onun olduğu yere. Sizin evler olduğu gibi duruyor.

      Seviniyor, dünyalar kendisine verilmiş gibi oluyordu.

      –Uğlum Ali, getir bize iki çay gene.

      –Ne o Muhacir Osman, bugün doğum günün müdür, nedir?

      Duymuyordu Osman Aga.

      –Sığırtmaç Hasan ne yapar? Sağ mıdır divane? Karısı Rayfe?.. Onun sağ koluna inme inmiş dediler, doğru mu?

      –İkisi de iyi, diyorum. Bir ara Raife Teyze’nin sağ koluna bir tutukluk gelmişti ama, önemli bir şey değil, demişti doktorlar.

      Soruyordu Osman Aga. Bayram sabahlarını, Hıdrellez günlerini, kuyuların işleyip işlemediklerini, akranlarını, evleri, sokakları, bazı belli başlı ağaçları soruyor; bunlarla ilgili en ayrıntılı bilgileri öğrenmek istiyordu. Bir ara sustu. Gözleri uzaklarda, denizin sonsuz maviliklerindeydi. Ardımızdaki masalarda müşteriler konuşuyorlar, garsonun o insanı rahatsız edici sesi ara sıra duyuluyordu. Uzakta bir plak satış mağazasından dokunaklı bir kadın sesi ta bize kadar geliyordu. Osman Aga ağır ağır döndürdü başını bana doğru. Dudakları kıpırdadı. Son sözünü söylemeye hazırlanan bir idam mahkûmu gibiydi. Güçlükle yutkundu.

      –Karaçalılar… Mezarlığın sağ üst köşesinde çok karaçalı vardı bir zamanlar… Gene var mı?..

      Hanidir bekliyordum bu soruyu. Hazırlıklıydım.

      –Karaçalı ne gezer orda? dedim. Büyük bir gül ağacı var. Öyle güzel açıyor ki…

      Elini uzattı.

      –Ver bana o gâvurun cıgarasından, dedi. Sert olsun. İsterse yaksın gırtlağımı!..

4 NUMARALI BEKLEME KULESİ

      Nöbet çizelgesini düzenlemekle görevli Başçavuş Kostas Fermanoğlu, kendisinden, beni kuzeybatıdaki bekleme kulesine göndermesini rica ettiğimde gülümsemiş, “Sen de mi Stella’ya?..” der gibi kuşkuyla gözlerimin içine bakmıştı.

      Stella, kışladaki bütün erlerle düşüp kalkan bir orospuydu. 4 No.lu Bekleme Kulesi’nin yakınında, pembe boyalı küçücük bir evleri vardı. Bekleme kulesi yüksekte olduğu için, kulenin altındaymış gibi görünürdü evleri. Stella’yı nöbet saatinin 22.00 ile 24.00 arasına rastladığı zamanlar görebilirdim daha çok. Bahçeye küçük bir masa kurar, üvey babası olduğu söylenen genç bir adamla geç vakitlere kadar içki içerdi. Önce sakin görünürdü Stella; üzgün… Sonra sonra açılır, çılgınca güler, üvey babasının boynuna sarılır, dişlerdi onu. Adam acı acı bağırır, Stella’yı yakalar ve hırsla kucağına atardı. Daha sonra Stella, savrularak doğrulmağa çalışır, bekleme kulesine doğru, “Fandare, -asker-” diye bağırırdı, “yarın akşam saat tam sekizde Taşköprü’nün karşısında bekle beni. Sana öyle bir gece yaşatacağım ki…” Ses vermezdim ben. Oysa diğer erler burada kararlaştırırlardı Stella ile buluşacakları yeri. 4 No.lu Bekleme Kulesi’ne herkes, gönüllü gibi koşar gelirdi. Kulenin adı bu yüzden “Stella” kalmıştı.

      Başçavuş kuşkulanmakta haklıydı, ama, benim 4. No.lu Bekleme Kulesi’ni yeğlememin nedenleri arasında Stella ancak en son sırayı tutardı. Severdim 4 No.lu Bekleme Kulesi’ni. Kuleden rahatlıkla görülebilen beş-altı evi, bahçelerini; karşıdan karşıya görüp tanıyabildiğim insanlarını severdim oranın. Siyah başörtülü Tasula Nine -komşuları Kira Tasula derlerdi- sabahları erken kalkar, İstanbul Radyosu’nun sunduğu sabah şarkılarını dinler, yaşlı bir katırın çektiği bir yük arabasıyla kiracılık yaptığını sandığım kocasının kahvaltısını hazırlardı. Aradan çok geçmez, kulenin altındaki bütün evlerden Türkçe şarkı ve oyun havaları dağılırdı etrafa. Sabah yeli, Türkçe şarkıları Taşköprü’nün Osmanlı eli izlerine çarpardı.

      Kışladan izinli olarak çıktığımda çoğu kez Taşköprü’ye gider, orada dinlendirirdim başımı. Köprüden geçenlerin çoğu, benim Stella’yı beklediğimi sanırlardı. Ben, ağzımda sigara, sadece gülümserdim onlara.

      Yanaki’yi de 4 No.lu Bekleme Kulesi’nden görmüştüm. Bir ablası vardı; “Beba” diye seslenirlerdi kendisine, köşedeki tütüncü kulübesinde sigara satardı. Beba güzel kız olmasaydı üzülmeyecektim sözlerine.

      “Türk müsün!…” demişti ilk tanışmamızda. “İnanmam, yalan söylüyorsun.”

      Türk’e hiç mi hiç benzemediğimi söylemişti. “Senin gibi bir insan Türk olamaz!” demişti. Ama ben, sigaramı gene de ondan almayı kesmemiştim. Kendisiyle sadece selâmlaşıyor, Beba’nın benden utandığını seziyordum. Yine de beni, 4 No.lu Kule’de görünce bakmayı boşlamaz, gülümsemeye çalışarak elinde çantasıyla fakir görünüşlü evlerinin kapısından içeriye girerdi.

      “Yanakiii!…” Beba kardeşine seslenirdi böyle. Haşarı çocuktu Yana-ki. -Şimdi büyümüş, çirkinleşmiştir- “Ben de asker olacağım,” diyordu. “Böyle öldüreceğim düşmanları!” Yıkık bahçe setlerinden birinden bir tahta parçası alır, tüfek gibi omzuna dayayarak bana doğrultur; ağzıyla, “Bam! Bam! Bam!” diye sesler çıkarırdı.

      Stella’nın evinin ardından başlayıp karşıdaki Taşköprü’ye kadar uzanan taştan bir duvar vardı çayın kıyısında. Yanaki’yi sık sık bu duvarın üzerinde koşarak:

Скачать книгу