Скачать книгу

“Paul ile Virginie”, s. 109)

109 | Fütur (Ar.): Bezginlik, umutsuzluk, usanç

      Başının püsküllü belası gene o deve! Trenin arkasında rayların üstünde yeise düşmeksizin trene yetişmek azmiyle salla pata pergellerini açan zavallı deve!.. Tartaren yeis ve fütur içinde bir köşeye büzüldü ve gözlerini kapadı. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 126)

      g

110 | Garabet (Ar.): Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık

      Bu, yerde sürünen aczin gökte gürleyen kudrete hayranlığını ifade eden bir durumdur. Fakat hiçbir şehrin gökten gelecek misafiri karşılamaya çıktığı görülmemişti. Dimetokalılar şiir sayılacak bir iman ve yine şiir sayılacak bir heyecan içinde işte bu garabeti gösteriyorlardı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 90-91)

111 | Garp (Ar.): Batı

      Cengiz Han, teenni eder görünmekle beraber âdeta sabırsızlanmıştı, bir ayak evvel garba dönmek, Harzem’den Bağdat eteklerine kadar uzayan topraklardaki Türkleri de kendi bayrağı altına almak için hummalı bir iştiyak taşıyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 227)

112 | Gaşyolmak (Ar. + T.): Kendinden geçmek

      Bektaş, kendi hayatının hususiyeti dolayısıyla platonik bir aşkın zevki içinde gaşyolup gitmek istiyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 267)

113 | Gaybubet (Ar.): Göz önünde bulunmama

      Fakat ben bu haberden ne mütehayyir ne de müteessir göründüm. Hatta şu gaybubetinin uzun sürüp sürmeyeceğini de sormadım. Onun bu ağzı kullanacağını biliyordum. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 45)

114 | Gayritabii (Ar.):Sıra dışı, acayip, acayip bir biçimde

      Üç yüz erkeğin arasına bir kadın karışması hiçbir gayritabiilik uyandırmış değildi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)

115 | Gayur (Ar.): Gayreti olan, gayretli, çok çalışkan

      Pek öyle sıkı sıkıya kendimi kapamadım, öyle yapsaydım sıkıntıdan boğulur ölürdüm; fakat kendimi, evham ve hayalatın düşmanı olan faal, gayur, ihtisasçı ve pek meşgul, fikir adamlarının çerçevesi içine aldım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 213-214)

116 | Gazap (Ar.): Öfke, kızgınlık, hiddet

      Mevlevi Mehmet, celladın da vazifedenistinkâf ettiğini görünce gazaba geldi, kendi eliyle padişahı boğmak emeline kapıldı ve bunu yapamayacağını kestirdiğinden eline bir sopa alıp dışarı fırladı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 334)

117 | Gıllıgış (Ar.): Kin, gizli ve kötü amaç

      Zavallı Mahmut’un niyeti saftı, gönlünde gıllıgış yoktu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 419)

118 | Güruh (Far.): Değersiz, aşağı görülen, küçümsenen topluluk, derinti, sürü

      Ulema güruhu tamamıyla maksada bağlanmış olduğundan, saraya karşı müttehit bir cephe alındığından artık Fatih Camisi’nde durulmak abesti. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 285)

119 | Güzide (Far.): Seçkin, seçilmiş, seçme, aydın, okumuş

      Şehrin kadın erkek bütün güzideleri mutlaka orada bulunacakmış, şayet ben gitmezsem toplantı hiçbir şeye benzemeyecekmiş. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 78)

      h

120 | Hacalet (Ar.):Utanma, mahcubiyet, utangaçlıkla şaşırma

      Omuzlarını çökerten, saçlarını ağartan, sıhhatini kurutan hacaleti ve sefaleti, hiç olmazsa mezarın eşiğinde bırakmak, sükûn içinde ebediyete kavuşmak ihtiyacını besliyordu.(M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 346)

121 | Hacbetmek (Ar.): Mirasın tamamından veya bir kısmından menetmek

      Vârisler bunu haber alınca çok sinirli oluşunu bahane ederek deli diye onu kapatmışlar ve kendisini hacbederek servetini idare ettirmişler.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)

122 | Hadise (Ar.): Olay

      Bu kız, madamın korku içinde titreye titreye yatağa atılışıyla bahçıvan yamağının şu vakitsiz gelişinde bir münasebet tevehhüm ettiğinden, efendiden önce karısına haber verilmesini münasip gördü ve hemen yukarı koşarak, uykusuz gözlerinde bahçedeki hadisenin izleri nemlenen Madam Mari’ye keyfiyeti bildirdi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 69)

123 | Hail (Ar.): Engel

      Önümüzdeki ölüm girdabıyla aramızdaki hail işte bu parmaklıktan ibaretti. Rüzgârın her darbesinde koca kulenin, ayağımızın altında nasıl belli bir surette sallandığını duyarak, yükselen denizin şamatalarıyla teşvik edilir gibi aşağıya doğru çekilerek, uzun müddet en büyük bir şaşkınlık içinde kaldık. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 145)

124 | Hakikat (Ar.): Gerçek, gerçeklik

      Ara sıra şuradan bir geyik fırlayarak, öteden bir sülün uçarak onları hayalden hakikate çeviriyordu. Fakat avlanmak için yola çıktıklarını bu canlı ihtarlara rağmen düşünmek istemiyorlardı, iltizami bir kayıtsızlıkla yine yürüyorlardı.(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 317)

125 | Hakir (Ar.): Aşağı görülen, değersiz

      Ömrümde, ihtişamı bakımından en çok ve istifadesi itibarıyla en az olan bu seyahatim hakkında size hiçbir şey söyleyecek değilim. Dünyada öyle yerler var ki oralara bu kadar alelade bir derdi taşıyıp bu kadar az erkekçe gözyaşları döktüğümden dolayı kendimi âdeta hakir görürüm. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 177)

126 | Halaskâr (Ar. + Far.): Kurtarıcı

      Yani, bu öğütler verilirken sessizce rükûya varmış, sessizce halaskârlarını selamlamış ve yine sessizce çekmeceyi koltuğuna sıkıştırıp sofadan savuşmuştu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 154)

127 | Hâlet (Ar.): Durum

      Bu hâlet, onun idrakine çok aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi şehinşah olmaya namzet bir şehzadeden dudağını, yanağını hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde -onun zu’muna göre- mevcut olamazdı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 85)

128 | Hâletiruhiye (Ar.): Ruhsal durum, ruh durumu

      Musiki beni bestekârın o besteyi yaptığı andaki hâletiruhiyesine alır götürür. Ruhumu onun ruhu ile mezceder ve mütevali duygularında onu takip ederim. Bu niçin böyledir? Onu bilmem. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 95-96)

129 | Halim (Ar.): Yumuşak huylu (kimse)

      Sokrat’ın baldıran içtiği esnada olduğu gibi halim ve sakin olan kahraman Taraskonlu herkesenüvazişkâr bir söz söylüyor, herkese tebessüm ediyordu. Alelade söz söylüyor, herkese karşı nazik davranıyor, sanki seyahate çıkmadan evvel arkasında bir sevgi izi, bir teessüf ve iyi bir hatıra bırakmak istiyordu. (Alphonse Daudet, “TaraskonluTartaren”, s. 44)

130 | Halita (Ar.):Birden çok ögeden oluşmuş karmaşık bir bütün

      Bu hissiyat rengârenk ve gayrimütecanis bir halita teşkil ediyordu. Henüz kin hâline gelmemiş şedit bir hususiyet, itibar ve ondan ziyade hürmet ve gayet büyük ve endişeli bir merak… (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 181)

131 | Hamletmek (Ar.): Bir sebebe yüklemek, yormak

      Misafirler, saray sofrasında kendi şehirlerinin ekmeğini, çöreğini, şerbetini, paluzesini bulmaktan çok mütehassis olmuşlar ve bunu Safo’nun zarafetine hamletiklerinden kadını candan sevmeye başlamışlardı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 143)

132 | Haris (Ar.): Açgözlü

      Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için

Скачать книгу