Скачать книгу

de mâni olmak; cürümleri önlemek; muhtaçlara elini uzatıp kesesini açmak; ziraat işlerinde iyi bir numune olmak; fakir halkı faydalı teşebbüslere teşvik için kendisi için zararlı olabilecekleri de tecrübe etmek; ilaçları önce kendi şahsında deneyen bir doktor gibi, her ihtimali göze aldırarak toprağını, varını yoğunu tecrübe sahasına koymak ve bütün bunları, dünyanın en basit bir işi kabilinden, hatta bir külfet gibi değil, mevkisinin, servetinin ve asaletinin icabı olan bir vazife gibi yapmak. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 24)

16 | Amil (Ar.): Etken, etmen, sebep, faktör

      Bir kıtadan başka bir kıtaya geçerek Türk ordularının kılavuzu olmak!.. İşte üç delikanlıyı şevke ve hatta raksa getiren ruhi amil buydu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 11)

17 | Ananevi (Ar.):Geleneğe dayanan, geleneksel

      Fakat biz ikimiz de bunların sonra da olabileceğini, düğünümün doğum günümden iki hafta sonra çeyizsiz, davetsiz, yemeksiz, şampanyasız, garsonsuz hatta bir düğünün ananevi evsafından azade, sessiz ve habersiz yapılmasında ayak diredik. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 50)

18 | Arzuhâl (Ar.): Dilekçe, istida

      Nitekim bu kaidenin kabulünden biraz sonra, onun her ata binip bir gezintiye çıkışında yahut camilere gidişinde binlerce arzuhâl sunulmaya başladığından kendisi de ve bu işten bir hayli kazanç elde edeceğini uman Şemsi Paşa da vazgeçmek zorunda kaldı.(M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 184)

19 | Asan (Far.): Kolay, kolaylık

      Benderli Selim Paşa gibi ceri,cesur ve pek gözlü bir zat benim makamımı işgal etmelidir ki, ocağın yıkılması, kazanın devrilmesi asanolsun! (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 267)

20 | Avdet (Ar.): Dönüş, geri gelme.

      Apansız unutulmuş bir hatıra, topu bir kere işitmiş olduğum yabancı bir isim, hasılı pozitif ve tehditkâr bir ihtimal kalbimi delip geçer; sonra en ufak bir emniyetin avdetiyle bu keskin ızdırap kendiliğinden zail olur, bir dakika sonra ise bir sarahatin alevli canlılığı tekrar yaşamaya başlardı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 97)

21 | Aza (Ar.): Üye, Vücut parçası, organ

      Hayatın ulu yaratıcısı, azamızda yalnız birini kendisi için ayırmıştır. O da başlıca uzvumuz olan kalbimizdir. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 70)

22 | Azamet (Ar.): Ululuk, büyüklük, gurur, görkem, gösteriş, heybet, debdebe

      Aşk, güzellik meleklerinin yüreklere taktığı bir kanattır. Âşıklar bu kanatla uçarlar, Tanrının arşına kadar yükselirler. Aşk, ilahi bir efsundur. Göze cila verir, dile talakat verir, kalbe genişlik verir, ruha azamet verir. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 111)

      b

23 | Bahşayiş (Far.): Bağışlayış, ihsan, ihsan etmek

      Bilhassa duygularınızda tabii ve bir köylü saflığıyla hareket ediniz. Uğraşmanıza ne lüzum var? Mütehassis olmanız kâfi değil mi? Hassasiyet hilkatin hayran olunacak bir bahşayişidir. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 94)

24 | Bahtiyar (Far.): Mutlu

      Kara Mehmet bu acıklı tahattur üzerine yanık bir hevese kapıldı, gene denize açılmak ve Gülbeyaz’ı bulduğu noktaya kadar gidip orada, kısa sürmüş bahtiyarlığının beşiği başında ruhi bir hasbihâl yapmak istedi, hızlı hızlı yürüyerek Yemiş’e indi, bir kayığa atladı, çala kürek hedefine doğru yol almaya başladı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 171)

25 | Bariz (Ar.): Açık, göze çarpan, belirgin

      Büyük bir sıkıntı geçiriyor ve bariz bir surette hissediyordum ki onunla benim aramda kati bir mübarezeyi andırır, bilmem nasıl pek ağır bir şeyler geçiyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 209)

26 | Basiretkâr (Ar. + Far.): Basiretli, ferasetli, önceden gören, sezişli

      Keskin bir acı asabımı dolaştı. Lakin selamet anı gelmişti. Elimin bir hareketiyle beni kurtaranlar gürültü yaparak kaçtılar. Azim ve sükûnla ve basiretkârane bir hareketle sürünerek bağların içinden ve bıçağın altından çıktım. Şimdiki hâlde serbesttim! (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 147)

27 | Basübadelmevt (Ar.): Ölümden sonra dirilme

      Sahnenin, gün doğup da zulmet ortadan silininceye ve delikanlının idraki basübadelmevt sırrına ererek yeniden hayat buluncaya kadar devam edeceğine şüphe yoktu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 111)

28 | Bedahet (Ar.): Besbelli, apaçık olma durumu; bir konuda hazırlıksız konuşabilme yeteneği

      Bu ani intiba beni yavaş yavaş tenvir edeceğine gerek onu ve gerek kendimi ne kadar anlamamış olduğumu bana yarım saniye içinde gösterdi. Bu, bir bakıma son günlerin keşiflerini tamamlayan, onları nevumma bir bedahet demeti hâlinde toplayan ve sanırım hepsini birden izah eden son bir ilham gibi bir şey oldu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 77)

29 | Bedbaht (Far.): Mutsuz, bahtsız, talihsiz

      Bundan bir müddet sonra, muvakkat bir cesaretsizliğe düştüğü zamanların birinde -ki o zamanlar bile bile sözlerine hırçın bir adavet çeşnisi verirdi- bir gün bana şöyle dedi: “Bu yüzden kendimi bedbaht edeceğimi sanırsan aldanırsın. Er geç bir gün beni severse ne âlâ! Mesele yok. Aksi takdirde…” Sustu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 86)

30 | Bedii (Ar.): Güzellik ölçülerine uyan, gözü gönlü okşayan, beğenilen, estetik

      Timur, Semerkant’ta dinleniyordu. Vaktiyle bir harabe olarak eline geçen bu eski şehir, şimdi çok şen ve çok ruşen bir yer olmuştu. Saraylar, camiler, silah ve kâğıt fabrikaları, medreseler bedii ve muhteşem bir yükselişle payitahtı süslüyordu. Şehrin dört köşesinde birer bahçe vardı ve bunlar, ihtiva ettikleri zarif tarhlarla, renk renk havuzlarla, top top çiçekleriyle bütün Asya’nın en güzel gülşenleri olmak şerefini kazanıyorlardı. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 112-113)

31 | Behemehâl (Far. + Ar.): Her hâlde, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp,mutlaka

      Çünkü artık benim gerek servetim gerek terbiye ve tahsilim için behemehâl yanımda bulunması lazım geliyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 42)

32 | Beht (Ar.): Şaşkınlık

      Zavallı behtiçinde ve garip bir durumda yutkunup duruyordu, ikinci gülle o hayreti de tarumar etti. Hüseyin’in eli şuursuz bir hareketle sürahiyi yakaladı, gene şuursuz bir tehalükle kadehi doldurdu ve ağzına götürdü. Somurtkanlığını muhafaza eden Nakilci, onun bu şaşkın tutumunu geniş bir tebessümle alkışladı. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 97)

33 | Belagat (Ar.):

      İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği; söz sanatlarını inceleyen bilgi dalı, retorik; konuyu bütün yönleriyle kavrayarak hiçbir yanlış ve eksik anlayışa yer bırakmayan, yorum gerektirmeyen, yapmacıktan uzak, düzgün anlatma sanatı.

      O birer birer sayılan kaburga kemikleri, çeliktendi. Zaten etine yapışıp kalan oklar da bu lagar görünen vücudun pek mukavemetli bir hamurdan yapıldığını acıklı bir belagatle gösteriyordu. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 10)

34 | Belahet (Ar.): Alıklık

      Ondan sonra günümü ne ile dolduracaktım; her dakika benden bir parçası artık ayrılıyor gibi olan bu hayatın herhangi bir suretle olursa olsun geçmesiyle nevumma alakadar olmadığım için çepeçevre hendeklere hâkim olan parmaklığa gidip dirseklerimi dayadım ve böylece bilmem ne kadar zaman tam bir belahet içinde hiçbir şey düşünmeyerek orada kaldım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 234)

35 | Beliye (Ar.): Felaket, keder, tasa

      Tornacı Ömer, başlı başına bir beliye olmakla beraber, Nakilci’ye nispetle ikinci derecede sayılan zorbalardandı. Birçok işlerde ondan öğüt alırdı, onun emriyle hareket ederdi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”,

Скачать книгу