Скачать книгу

dirhem kadar halis inek sütünü kaynatıp sıcak sıcak içirmelisiniz. Tozlu topraklı yerlerde gezmemeli. Şarkı söylemek ve benzeri şeyler için kendisini zorlamamalı. Arada bir geniş yerlere götürüp, deniz kenarına çıkarıp hava aldırmalı. Soluk soluğa kalacak kadar yormamalı. Bunları yaptıktan sonra Allah’ın izniyle bir şey kalmaz. Zaten korkulacak bir şey de yok ya! Bunları da tedbir olsun diye tavsiye ediyoruz. Güzel kızcağızdır, Allah’a emanet.” dedi.

      Dadı kalfa bunun nasıl bir hastalık olduğunu anlayamadıysa da Rakım her şeyin farkındaydı. Tabibi teşekkürlerle gönderdi. Doktorun tavsiyelerini dadısına itina ile tekrar anlattı. Biçare Fedayi’yi böyle gariplere edilecek hizmet için uyarmaya lüzum var mıdır? Zavallı Arapçık, güya kızı kendi rahatı için istemişti. Fakat şimdi kendi kızının iyileşmesi için gayret edecekti. Bu Arapların iyileri ne kadar merhametli olur.

      Canan bir tarafta tedavi görüp eğitiledursun, biz hikâyemizin şu cihetine bakalım:

      Asmalı Mescit’teki İngiliz’in kızlarına verilecek ders için cuma günleri belirlendiğinden, cuma gelince Rakım öğleden sonra saat yedide kalkıp oraya gitti.

      Bu İngilizlerin kibar bir aile olduğunu söylemiştik. Hikâyemizin başlıca karakterlerinden birisi de bu İngiliz olduğundan, onun durumu hakkında biraz malumat vermeliyiz.

      Evet, İngiliz oldukça kibar sınıftandır. Kibardır ama öyle lord, dük falan gibi üst sınıflardan değildir. Kâğıt ticaretiyle sermayesini beş yüz bin İngiliz lirasına kavuşturduktan sonra ticareti bırakarak kalan ömrünü rahat geçirmek için İstanbul’a gelmiştir. Zira herifin erkek çocuğu olmayıp ailesi, bir zevcesiyle iki de kızından ibaretti. Bu kadar servetle kızlarını herkes alabileceği gibi zevcesi de bunlar arasında saadetle yaşayacağını düşündüğünden artık İngiliz’i rahat rahat yaşamaktan hiçbir iş, hiçbir fikir, hiçbir mülahaza menedemezdi.

      Ecdadından kendilerine geçen isim Ziklas olduğundan, zevcesine de “Mrs. Ziklas”5 denirdi. Kızları da bu ismi alabilirlerdi ama evin içinde büyük kıza “Can”, küçüğüne ise “Margrit” ismiyle hitap edilirdi. Bu aile Kanterburi6 şehrinden oldukları hâlde çevrelerindeki Fransız ailelerle ticaret yaptıklarından ailenin her ferdi pek güzel Fransızca konuşurdu. Dolayısıyla Rakım ile bu lisan sayesinde anlaşıyorlardı. Böylece Rakım da bunlara vereceği derste başarılı olacağını anladı.

      Can ile Margrit hani ya “bir elmanın iki yarısı” demezler mi? İşte bu söz sanki bunlar için söylenmiş gibidir. İkisinde de fidan gibi boy, nahif endam, kıpkırmızı çehre, masmavi gözler, beyaza yakın, açık lepiska saçlar! İngiliz kızları vesselam…

      Gerçi tarifimizden bunların yüzlerine bakılmakla kalbe pek de ferahlık gelmeyeceği zannolunur lakin bu zanda acele edilmemelidir. Her güzelin kendine mahsus bir havası vardır, her güzel o kendine mahsus havasıyla karşısındakine kendisini beğendirip sevdirebilir, tecrübe sahibi olanlar bunu bilirler.

      Neticede Rakım, bir tabaka güzel İngiliz kâğıdının üzerine kalın kalem ile “elif, be, pe, te, se, cim, çe, ha, hı, dal, zel, rı, ze, je…” ve benzeri harfleri yazıp telaffuzlarını dahi öğretti. Bir hafta içinde bunların şekillerini zihinlerinde teşkil etmeleri tembihiyle kalktı, eve geldi.

      Vay yazar efendi! Yalnız bu kadar mı oldu? Aralarında sohbet falan… Hiç olmazsa babalarıyla, analarıyla ilgili, dereden tepeden…

      Hayır! O gün iş yalnız bundan ibaret kaldı. Evinde dadısı ile Canan’ı merak ettiğinden hemen Kumbaracı Yokuşu’ndan Tophane’ye inip -parası olduğundan- bir sürücü beygirine binerek Salıpazarı’ndaki evine geldi.

      Vay! Artık yaya yürümemeye de mi başladı?

      Estağfurullah! Kendisine her ders için bir İngiliz lirasını ayrıca ayak teri ve hayvan kirası karşılığında veriyorlardı. Mademki Cenab-ı Hallak-ı Kerim bu geliri de Rakım Efendi’ye nasip etti, öyleyse artık Rakım Efendi’nin bu nimete şükür karşılığı olarak ders günleri Beyoğlu’na hayvanla gidip gelmesi lazım geliyordu hatta sabahleyin hayvana binmemiş olduğuna pişman oldu. İşte bizim Rakım’ın Allah ile pazarlığı böyle bambaşkaydı!..

      Evine geldiğinde onu her zaman dadısı karşılardı. O akşam kendisini karşılayan Canan oldu. Gün geçtikçe kızın tavır ve davranışları, üstü başı düzelmiş ve hatta bunlar yüzüne de yansımıştı. Bunları fark eden Rakım, olanlara bir anlam veremediğinden bu konuda açıklama istemeye mecbur oldu.

      “Dadı, ben her akşam geldiğimde ilk önce senin yüzünü görmeye alışmıştım. Bu akşam bu âdetini değiştirdiğini gördüm.” dedi.

      Fedayi, “Evladım, beyim! Allah bize güzel bir cariye vermiş, artık akşam gelir gelmez benim esmer yüzümü görmeye ne lüzum var? Ben tembih ettim.” diye cevap verdi.

      Rakım koşup dadısının kucağına atılır, boynuna sarılıp şapır şupur öperek, “Yok dadıcığım, yok! Senin yüzün bana validemin yüzü kadar tatlıdır. Cennetten huri çıksa da gelse bana senden güzel görünemez. Ben her akşam senin mübarek yüzünü görmeliyim. Sonra vallahi Canan’ı buradan defetmeye beni mecbur bırakırsın. Hem ona bu emirleri verme. Çocuktur. İhtimal ki bazı ümitlere düşer. Bende ise o gibi ümitlerin eseri bile yoktur.” dedi.

      Fedayi, “A beyim, canım, niçin böyle?..”

      Rakım, “Sana dedim ya işte! Sen beni evladın gibi seviyorsan o zaman benim arzum üzerine hareket edersin.”

      Rakım, dadısına bu nasihatleri verdikten sonra, “Hazır İngiliz kızlarını bugün başlattık ya! Dur bakalım, şu Çerkez’i de başlatalım. Bu mu onları geçer yoksa onlar mı bunu?” diye Canan’ı yanına çağırıp ona da alfabedeki harfleri ezberlemesi için yazıp verdi. Vay kızcağızdaki sevinç! Evet, Çerkez kısmı okumaya pek hırslıdır. Bu Çerkez’i okutmaktan daha güzel bir şey olamaz.

      Şu kadarı var ki Canan’ın İngiliz kızlarını geçeceği daha ilk haftasında anlaşıldı. Zira Rakım, her gece Canan’ın yanında olduğundan kız öğrenmiş olduğu şeyleri hemen ona okurdu. Bu da kısa sürede kendini geliştirmesine yardımcı oluyordu.

      Öte tarafta İngiliz kızlarıyla derslere başlayalı bir ay olmuş ve bu bir ayda vermiş olduğu dört ders ile kızlara yalnız “elif” ve “be”yi değil, “elif, be, be, be…” gibi çok farklı heceleri de öğretmişti. Ayrıca bu harflerin; kelimelerin başında, sonunda, ortasında nasıl yazılacağını ve okunacağını da anlatmıştı. Bir de “elif, vav, he, ye” gibi harflerin harekeli ve harekesiz olduklarında nasıl okunacağını, “baba, kuzu, küpe, tuti” gibi örneklerle öğretmişti. Ancak Canan bunlarla kıyas edilemez. Bir ay zarfında Canan, dört beş heceden ibaret kelimeleri bile yazabildiği gibi “benim, senin, onun, bizim, sizin, onların” gibi ifadelerle de birleştirebiliyordu.

      Demek oluyor ki Rakım, kendine göre bir eğitim öğretim metodu oluşturmuştu.

      Evet öyleydi.

      Bir cuma günü Rakım yine Mister Ziklas’ın evine gidince kime tesadüf etse beğenirsiniz? Felatun Bey’e rast gelirse beğenirsiniz herhâlde! İşte ona rast geldi. Felatun Bey’i kızlar ile valide ve pederlerinin yanında bulmuştu. O gün ders günü olduğundan Felatun Bey, muallim efendinin gelişini beklemiş ve kendisince kızları aldıkları derslerden imtihana tabi tutmuştu. Felatun Bey, Rakım Efendi’yi görünce ayağa kalktı, İngilizlerin de anlaması için onunla Fransızca konuşmaya başladı.

      Felatun, “Ha ha hay! Hanımların hocası sen miydin birader?” dedi.

      Rakım mahzun bir ifadeyle, “Evet efendim, bendenizim beyim!” diye cevap verdi.

      Mister

Скачать книгу


<p>5</p>

Mrs. Ziklas: Bayan Ziklas (e.n.)

<p>6</p>

Kanterburi: “Canterbury” diye yazılır. İngiltere’de bulunan bir şehrin adıdır (e.n.).