Скачать книгу

küçük Lord Fauntleroy bu.”

      II

      Ertesi hafta boyunca Cedric kadar şaşkın bir çocuk yoktu; o hafta kadar tuhaf ve gerçek dışı bir hafta da yoktu. İlk olarak, annesinin anlattığı hikâye çok ilginçti. Anlayana kadar iki üç defa dinlemesi gerekti. Bay Hobbs’ın bunun hakkında ne düşüneceğini tahmin bile edemiyordu. Hikâye kontlarla başlamıştı; hiç görmediği büyükbabası konttu; attan düşüp vefat etmeseydi büyük amcası da zamanı geldiğinde kont olacaktı ve onun ölümünden sonra diğer amcası Roma’da hummadan aniden vefat etmeseydi o da kont olacaktı. Kendi babası da eğer hayatını kaybetmeseydi, kont olacaktı, fakat hepsi vefat ettiği ve geride sadece Cedric kaldığı için görünüşe göre büyükbabasının vefatından sonra o kont olacaktı ve kendisi şimdilik Lord Fauntleroy’du.

      Bunu ilk duyduğunda beti benzi attı.

      “Ah! Canımın içi!” dedi. “Keşke kont olmasam. Çocuklardan hiçbiri kont değil. Ben de olmasam olmaz mı?”

      Ama bu durum kaçınılmaz görünüyordu. O akşam açık pencerenin önünde oturup harabe sokağa bakarken, o ve annesi bu konuyu uzun uzun konuştular. Cedric ayaklı taburesinde en sevdiği şekilde bir dizini kavrayarak, düşünmekten kıpkırmızı olmuş şaşkın yüzüyle oturuyordu. Büyükbabası onu İngiltere’ye çağırıyordu ve annesi gitmesi gerektiğini düşünüyordu.

      “Çünkü…” dedi annesi üzgün gözlerle pencereden dışarı bakarken, “baban da böyle olsun isterdi Ceddie. Vatanını çok severdi ve küçük bir çocuğun anlayamayacağı, düşünülmesi gereken bir sürü şey var. Seni göndermezsem bencil bir anne olurum. Büyüyüp koca adam olduğunda bunu daha iyi anlayacaksın.”

      Ceddie başını kederle iki yana salladı.

      “Bay Hobbs’ı bırakıp gittiğim için çok üzüleceğim.” dedi. “Korkarım ki beni özler, ben de onu özlerim. Hem herkesi özlerim!”

      Ertesi gün Dorincourt kontunun aile avukatı olan ve Lord Fauntleroy’u İngiltere’ye götürmekle görevlendirilen Bay Havisham geldi ve Cedric bir sürü şey duydu. Fakat bir şekilde, büyüyünce çok zengin biri olacağını, şurada burada şatoları, kocaman koruları, derin madenleri, bir sürü malı mülkü olacağını duymak onu rahatlatmıyordu. Aklı, arkadaşı Bay Hobbs’taydı ve kahvaltıdan sonra kafası karışık bir vaziyette dükkâna, onu görmeye gitti.

      Bay Hobbs’ı sabah gazetesini okurken buldu ve ağır ağır yanına yanaştı. Başına gelenleri duyunca onun çok şaşıracağını hissediyordu, dükkâna giderken yol boyunca bu haberi nasıl vereceğini düşünmüştü.

      “Merhaba!” dedi Bay Hobbs. “Günaydın!”

      “İyi sabahlar.” dedi Cedric.

      Her zaman yaptığı gibi yüksek tabureye tırmanmadı; bisküvi kutusunun üstüne oturdu ve bir dizini kavradı; bir süre o kadar sessiz kaldı ki Bay Hobbs sonunda gazetesinin üstünden soru sorar gibi ona baktı.

      “Merhaba!” dedi yeniden.

      Cedric tüm gücünü topladı.

      “Bay Hobbs!” dedi. “Dün sabah konuştuğumuz konuyu hatırlıyor musunuz?”

      “Tabii.” diye cevap verdi Bay Hobbs. “İngiltere’den bahsediyorduk.”

      Bay Hobbs başının arkasını kaşıdı.

      “Kraliçe Victoria ve aristokrasiden bahsediyorduk.”

      “Evet.” dedi Cedric, tereddüt ederek devam etti: “Ve… Ve kontlardan, hatırladınız mı?”

      “Şey, evet.” diye cevapladı Bay Hobbs. “Onlara biraz dokundurduk, aynen öyle!”

      Cedric alnındaki kâküllere kadar kızardı. Hayatında başına bundan daha utanç verici bir şey gelmemişti. Bu Bay Hobbs için de biraz utanç verici olabilir diye korkuyordu.

      “Demiştiniz ki…” diye devam etti, “onların gelip de bisküvi kutularınıza oturmasına hayatta izin vermezmişsiniz.”

      “Aynen öyle dedim!” dedi Bay Hobbs kendinden emin bir şekilde. “Ciddiyim. Hadi bir denesinler de görsünler!”

      “Bay Hobbs!” dedi Cedric. “Şu anda bir tanesi kutunun üstünde oturuyor.”

      Bay Hobbs neredeyse sandalyesinden fırlayacaktı.

      “Ne!” diye haykırdı.

      “Evet.” dedi Cedric, olabildiğince alçakgönüllülükle, “Ben onlardan biriyim ya da olacağım. Sizi kandıracak değilim.”

      Bay Hobbs tedirgin olmuş gibiydi. Birden ayağa kalktı ve termometreye bakmaya gitti.

      “Başına güneş geçmiş senin!” diye haykırdı, genç arkadaşının yüzünü kontrol etmek için geri geldi. “Sıcak bir gün! Nasıl hissediyorsun? Ağrın falan var mı? Ne zamandır kendini böyle hissediyorsun?”

      Kocaman elini küçük çocuğun saçlarına koydu. Bu çok utanç vericiydi.

      “Teşekkür ederim.” dedi Ceddie. “İyiyim. Kafamla ilgili bir sorun yok. Ne yazık ki bu gerçek Bay Hobbs. Mary beni bu yüzden almaya gelmiş. Bunu anneme Bay Havisham anlatıyordu, o bir avukat.”

      Bay Hobbs sandalyesine çöktü ve mendiliyle alnını sildi.

      “Birimizi güneş çarpmış!” diye haykırdı.

      “Hayır.” diye cevapladı Cedric. “Kimseyi çarpmadı. Bay Havisham bize bunu söylemek için kalkıp ta İngiltere’den gelmiş. Büyükbabam göndermiş onu.”

      Bay Hobbs önündeki masum ve ciddi küçük surata delirmiş gibi baktı.

      “Kim senin büyükbaban?” diye sordu.

      Cedric elini cebine soktu ve dikkatle kendi yuvarlak, yamuk elleriyle yazılmış bir kâğıt parçası çıkardı.

      “Kolay hatırlayamam diye buraya yazdım.” dedi. Yavaşça okumaya başladı: “John Arthur Molyneux Errol, Earl of Dorincourt. Bu onun adı ve bir şatoda yaşıyor, iki veya üç şatoda, sanırım. Ölen babam onun en küçük oğluymuş, babam ölmeseymiş lord veya kont olamazmışım ve iki kardeşi ölmese babam kont olamazmış. Ama hepsi ölmüş ve geride benden başka kimse, hiçbir erkek evlat kalmamış, bu yüzden ben olmalıymışım. Büyükbabam beni İngiltere’ye çağırıyormuş.”

      Bay Hobbs’ı sıcak bastı. Alnını ve kel kafasını siliyor, zar zor nefes alıp veriyordu. Olağanüstü bir şey olduğunu anlamaya başladı; ama bisküvi kutusunun üstünde masum yüzü ve çocuksu gözlerinde endişeli bir ifadeyle oturan küçük çocuğa bakınca ve aslında onun hiç de değişmediğini, tıpkı bir önceki günkü mavi takım ve kırmızı boyun bağı ile yakışıklı, neşeli, cesur küçük dostu olduğunu görünce soyluluk ile ilgili tüm bildikleri onu afallatmıştı. Cedric bu olayın ne kadar muazzam bir şey olduğunun farkına bile varmadan son derece kusursuz bir sadelikle konuştuğu için daha da afallamıştı.

      “Ad… adım ne demiştin?” diye sordu Bay Hobbs.

      “Adım Cedric Errol, Lord Fauntleroy.” diye cevapladı Cedric. “Bay Havisham öyle dedi. Odaya girince dedi ki: ‘Demek küçük Lord Fauntleroy bu!’ ”

      “Şey…” dedi Bay Hobbs, “anladıysam Arap olayım!”

      Çok şaşırdığında veya heyecanlandığında hep bu ifadeyi kullanırdı. Böyle karışık durumlarda diyecek başka bir şey bulamazdı.

      Cedric bunun gayet uygun ve yerinde bir tepki olduğunu düşündü. Bay Hobbs’a karşı olan saygı ve sevgisi öylesine büyüktü ki onun her ifadesine hayrandı ve hepsini onaylıyordu. Bay Hobbs’ın bazen pek de alışılagelmiş

Скачать книгу