Скачать книгу

gösteriyor.130

      Aynı zamanda Samiler denilen bir halk; yani modern dünyadaki Yahudi ve Arapların ataları-, Arabistan’daki anayurtlarından ayrılarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmaya başladılar.131 Samiler de Hint-Avrupalılar gibi savaşçı ve ataerkildi. Hatta bazı arkeologlar aynı soydan geldiklerini iddia ediyor.132 Ancak arkeolojik ve dilbilimsel kanıtlar bu görüşü desteklemiyor. Fakat Samilerin de “Sahra-Asya”dan geldikleri ve dolayısıyla Hint-Avrupalılarla aynı ekolojik baskılara maruz kaldıkları göz önünde tutulduğunda, bu benzerlik şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Bu durum, onların ruhsal dünyasını da muhtemelen aynı şekilde etkilemişti. Tıpkı Hint-Avrupalıların Avrupa ve Yakın Doğu’da yaptığı gibi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın Neolitik insanlarına saldırmaya ve onların yaşadığı yerleri işgal etmeye başladılar.

      Bu sürece başka insanların, daha sonraki Fin-Ural halklarının, yani Türkler, İskitler, Moğollar, Şanglar ve Sarmatların atalarının da dahil olmuş olması muhtemel. Bu halklar ancak yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Ancak Hint-Avrupa ya da Sami dilleri konuşmadıkları halde oldukça “atacıl” oldukları ve Sahra-Asya’dan geldikleri için, bölgenin çölleşmesinden etkilenen daha önceki insanların soyundan gelmiş olmaları mümkün. Muhtemelen onlar da Orta-Asyalıydılar. Bazıları Hint-Avrupalılar gibi güney ve batıya göç etse de çoğu doğuya gitmişe benziyor. Örneğin Şanglar, MÖ 2000’de bölgeye vararak Çin’i ilk işgal edenler oldular.

      Hikâye her yerde aynıydı. Hint-Avrupalılar, Eski Avrupa kültürünü MÖ 4000’den itibaren (elbette ki yaklaşık olarak çünkü Marija Gimbutas, Eski Avrupa’nın ilk kez MÖ 4300’de işgal edildiğini öne sürüyor) bir yangın gibi yerle bir ettiler. Gimbutas’ın da yazdığı gibi, “binyıllık gelenekler bozulmuş, kasaba ve köyler dağılmış, resimli muhteşem seramikler, tapınaklar, freskler, heykeller, imgeler ve yazılar kaybolmuştu.”133 Artık her şey farklıydı. Kadın heykelcikleri, doğal betimlemelerle dolu sanat eserleri, müşterek mezarlıklar ya da eşit büyüklükte mezarlar artık yoktu. Sanatta artık savaş tabiattan, ölüm yaşamdan önce geliyordu. Her yerde silahlar vardı ve yerleşim yerleri korunaklı, her an savunmaya hazırlıklı ve surlarla çevriliydi. Tarihçi P. Stern, Hint-Avrupalıların MÖ 3500’den itibaren Doğu ve Orta Avrupa’da bıraktığı etkiyi şöyle anlatıyor:

      Dünyanın daha önce barış dolu olan bir bölgesini şiddetle tanıştırdılar. İnsafsız işgaller, önceden haber verilmeden başlatılan savaşlar ve kadınları mülk olarak görmek, erkekliğin hüküm sürdüğü bir dünya yarattı. Sahip olma ve iktidara karşı duyulan bastıramadıkları bir iştahla hem kendilerinin hem de başkalarının acı ve ıstırap çekmesi karşısındaki duyarsızlıkları, yaptıkları her şeye şekil verdi.134

      Ortadoğu’nun Neolitik insanları da aynı kaderi paylaştılar. Mezopotamya (günümüzde Irak) ve Doğu Akdeniz’in (yani günümüzde Ortadoğu’da İsrail, Lübnan ve Suriye’yi kapsayan bölgenin) anacıl kültürleri, Sami ve Hint-Avrupalılar tarafından işgal edildi. Bu sırada Hint-Avrupa halklarından olan Hititler de Anadolu’yu istila ettiler. Bunun sonucunda, DeMeo’nun deyişiyle “kadın heykelciklerinin yerini kaleler aldı.”135 Hemen hemen aynı zamanda Samiler de Kuzey Afrika’ya akın etti.

      Üstün bir savaş teknolojisi ve acımasız bir zalimlikle donanmış Sahra-Asyalılar karşısında silahsız, hiç savaş deneyimi olmayan ve saldırgan bir karaktere sahip olmayan Eski Neolitik insanlar korunaksız yerleşimleriyle birlikte çaresiz kaldılar. Gimbutas’ın sözleriyle, “uzun bıçaklı ve atlı işgalciler karşısında kolay avdılar.”136 Aynı yıkım ve istila her yerde vuku buldu. Artık ilk defa savaş, toplumsal tabakalaşma ve ataerkillik “olağan” hale gelmişti. Eisler’in de dediği gibi, “İnsanlar antik dünyanın tümünde birbirleriyle savaşıyor, erkekler hem kadınlarla hem de kendi aralarında çatışıyordu.”137

      Gerhard Lenski’nin tarih anlatımına göre, MÖ 4000’de Ortadoğu’da ilk “ileri bahçe tarımı” yapan toplumlar ortaya çıkmaya başladı.138 Bunlar madenleri ilk kez yoğun bir şekilde, üstelik silah üretmek adına kullanan insanlar oldular. Lenski’nin de dediği gibi, bu dönemde “her yetişkin erkeğin mezarına savaş baltaları, hançerler ve başka silahlar konulmaya başlandı.”139 Lenski, maden kullanımını bu toplumların en temel özelliği olarak görüyor. Ancak bu husus -silahlara büyük bir talep yaratan- savaşlarla yakından alâkalı olduğu için bu toplumların en temel özelliği olarak madenciliği değil de savaşı görmek muhtemelen daha doğru olur.

      Pek çok sosyolog gibi Lenski de bu yeni toplumların ortaya çıkışını “toplumsal evrimin,” yani bahçe tarımcılarının zamanla daha fazla bilgi ve teknolojik beceri edinmesiyle gelişen doğal sürecin bir sonucu olarak görüyor. Ancak konuya tarihsel açıdan baktığımızda durum daha farklı. Daha önce de gördüğümüz gibi, mesele belli bir toplum türünden bir başkasına ilerleme değildi. Bu, bir toplumun diğerinin yerine geçmesiydi. Çünkü Eski Dünya halklarının yaşadığı yerler, savaşçı Sahra-Asyalılar tarafından işgal edilmiş ve tamamen ele geçirilmişti.140

Mısır ve Sümer

      Bu yeni ruhsal dünyanın bazı olumlu yanları da vardı. Bir yandan vahşet ve bencillik doğarken, bir yandan da yeni zihinsel beceriler, işlevsel zekâ ve yaratıcılık ortaya çıktı. Bazı “Eski Dünya” halkları yüksek bir teknolojik seviyeye erişse de MÖ 4000’den itibaren Ortadoğu daha öncekilere kıyasla çok daha büyük bir teknolojik gelişme yaşadı. V. Gordon Childe’ın da yazdığı gibi “MÖ 3000’den önceki yaklaşık son bin yıl, MS 16. yüzyıla kadar en çok keşfin ve icadın yaşandığı dönem oldu.”141 Bu yeniliklerin arasında (kısa sürede yük arabası ve çömlekçilikte kullanılmaya başlanan) tekerlek; saban, pulluk ve yük arabalarını çekmek için hayvanların kullanılması; rüzgâr gücüyle çalışan yelkenliler; gelişmiş bir yazı tipi; sayı sistemi ve takvim sayılabilir. Anne Baring ve Jules Cashford’un The Myth of the Goddess (Tanrıça Efsanesi) adlı kitaplarında özetledikleri gibi, Tunç Devri’nin başında “yazı, matematik ve astronomi keşfedildikçe müthiş bir bilgi patlaması yaşandı. Sanki insan zihni yeni bir boyuta geçmişti.”142

      Bu yenilikler çoğunlukla Mısır ve Mezopotamya’da gerçekleşti ve bu bölgelerde ünlü antik medeniyetlerin gelişmesini sağladı. Bunların -geleneksel arkeolojinin iddia ettiği gibi- dünyanın ilk uygarlıkları olup olmadığı bu kelimeden ne anladığımıza bağlı. Marija Gimbutas gibi medeniyeti “bir halkın çevresine uyum sağlaması ve uygun sanat eserleri, teknoloji, alfabe ve toplumsal ilişkiler geliştirmesi” olarak tanımlarsak onun da öne sürdüğü gibi o zaman “Eski Avrupa” da kesinlikle bir uygarlıktı.143 Ancak klasik arkeologlar medeniyet dendi mi yaklaşık son 5000 yıldır var olan uygarlıkları kastediyor. “Medeniyet” olarak sınıflandırılmak için bir toplumun metal aletlere, toplumsal tabakalaşmaya, üretim fazlasına, güçlü merkezi yönetime, askerî güce vs. sahip olması gerekiyor. Ancak bence daha doğru olan uygarlıkları Çöküş-öncesi ve Çöküş-sonrası diye ikiye ayırmak. Eski Avrupa ile Mısır ve (Mezopotamya’nın bir parçası olan Sümerler kesinlikle farklı medeniyetlerdi.

      Bu

Скачать книгу


<p>130</p>

Eisler, 1995, s. 90.

<p>131</p>

DeMeo, 1998, s. 231.

<p>132</p>

Mallory, 1989.

<p>133</p>

Gimbutas, 1977, s. 281.

<p>134</p>

Stern, 1969, s. 230.

<p>135</p>

DeMeo, 1998, s. 286.

<p>136</p>

Gimbutas, 1991, s. 352.

<p>137</p>

Eisler, 1987, s. 58.

<p>138</p>

Lenski, 1978.

<p>139</p>

a.g.e., s. 147.

<p>140</p>

Lenski’nin bu toplumlar için “ileri bahçe tarımı yapan” ifadesini kullanması aslında biraz sorunlu. Bu tespitten yola çıkarak, “ilkel bahçe tarımı yapan” toplumlarla ortak bir zeminde birleştikleri sonucuna varılabilir. Oysa ki gerçekte her iki toplumun da bahçe tarımı yaparak geçinmesi, sergiledikleri devasa farklılıklar arasında sadece tesadüfi bir benzerlik olabilir. Lenski’nin ilkel ve ileri bahçe tarımcı topluluklar hakkında verdiği istatistiki veriler de bu tespiti doğruluyor. Aynen arkeolojik kanıtlar gibi, bu veriler de ani bir dönüşümün yaşandığını; savaşların, sınıfsal tabakalaşmanın, eşitsizliğin ve köleliğin büyük ölçüde arttığını gösteriyor. Örneğin savaşlar, ileri bahçe tarımcı toplulukların %34’ünde süreklilik gösterirken bu rakam basit bahçe tarımcılar için sadece %5 idi. İleri bahçe tarımcı topluluklarda sınıfsal tabakalaşmaya rastlanma oranı %54 iken aynı oran basit bahçe tarımcılar için %17. Hatta bir adım daha öteye gidebiliriz. Çünkü sınıfsal tabakalaşma toplumsal eşitsizliğin aslında sadece bir yanını teşkil ediyor. Örneğin, sınıfların olduğu bir toplum aynı zamanda eşit de olabilir. Mesela, yukarıda bahsi geçen basit bahçe tarımcı toplumların % 17’si için bu durum geçerli olabilir. Lenski’nin de dediği gibi, “[İleri bahçe tarımcıların] sınıfsal yapısı genel olarak daha karmaşık, daha eşitsiz ve sıklıkla babadan oğula geçiyor” (1978, s. 170).

<p>141</p>

Childe, 1964, s. 77.

<p>142</p>

Baring & Cashford, 1991, s. 150.

<p>143</p>

Gimbutas, 1982, s. 17.