Скачать книгу

bahçe tarımcıları arasında çok büyük farklar olmadığının altını bir kez daha çizmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Birincisi, bu insanların doğaya karşı tutumları modern dünyadakinden oldukça farklıydı. Biz kendimizi doğadan kopuk görüyor ve onu, sömürme hakkına sahip olduğumuz bir kaynak olarak nitelendiriyoruz. Bu nedenle gezegenimizin yaşam döngüsüne ciddi ölçüde zarar veriyoruz. Bu insanlarsa doğaya bağlı ve saygılıydılar. Bu tutumları, Eski Avrupalıların sanat eserlerinde çok açık. Riane Eisler’in de dediği gibi, onların sanatı “hayatın gizemi karşısında duyulan şaşkınlık ve dehşeti resmeden çok zengin doğa sembolleriyle doluydu.”111 Bu imgeler, köy ve kasabaların her yanına yayılmıştı -evlerin hem iç hem dış duvarlarında, tapınaklarda, vazolarda ve oymalarda güneş, su, yılan, kelebek (ve tabi ki pek çok tanrıça) çizimleri vardı. Ayrıca birçok “kozmik yumurta” ve yarı insan yarı hayvan tanrıça resimleri de mevcuttu. Bu durum, Eski Avrupalıların doğayı bir bütün olarak gördüğünü gösteriyor. Doğayı tahrip etmeye güçleri zaten kesinlikle yetmezdi. Bu durum, kısmen az olan nüfuslarından kısmen de teknolojinin henüz gelişmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Ancak böyle bir güce sahip olsalar bile doğanın kutsallığına duydukları inanç bunu yapmalarına zaten izin vermezdi (bu husus, Çöküş’ten etkilenmemiş ve günümüzde hâlâ varlığını sürdüren toplulukların doğaya karşı takındıkları tavra bakacağımız Dördüncü Bölüm’de daha da netleşecek).

      Doğaya duyulan saygı, avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının dinî inançlarıyla da yakından alâkalıydı. Onlarla daha sonraki insanlar arasındaki önemli bir fark, ilk insanların dinî alanla hayatlarının geri kalanını birbirlerinden ayrı tutmamasıydı. Onlara göre kutsal olan dünyadan soyut değildi. Tanrı ve Ruh her yerde ve her şeydeydi. Bu durum elbette ki doğaya bakış açılarını da etkiliyordu: çünkü doğa Ruh’un ifadesiydi. Aslını isterseniz -dünyayı gözleyen ve denetleyen yüce bir varlık olarak- tanrı kavramının, onlar için pek anlam ifade etmemiş olması oldukça muhtemel. İnsanlar, tanrı ve tanrıça kavramlarını MÖ 4000’den sonra kullanmaya başladılar. (Buradaki tartışmalı konu Eski Avrupalıların ve diğer Neolitik insanların -Gibutas gibi bilim insanlarının iddia ettiği gibi- bir tanrıçaya tapıp tapmadığı. Daha sonra da değineceğim gibi bu sadece bir varsayım ve bu iddiaya dair ortada hiç kanıt yok.)

      Avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının doğaya karşı tavrı, cinsellik ve bedenlerine olan bakış açılarıyla da benzeşiyor. Doğaya saygı duydukları için bedenlerinin doğal akışına ve içgüdülerine olumlu yaklaşıyorlardı. Dolayısıyla daha sonraki insanların aksine bedenlerine yabancılaşmamışlardı ve cinsellikten utanç duymuyorlardı. Avcı-toplayıcıların çoğu tamamen ya da yarı çıplak geziyordu. İleride de göreceğimiz gibi, cinselliğe bugünkü Avrupa standartlarıyla karşılaştırıldığında bile son derece özgürlükçü bir yaklaşımları vardı. Arkeologlar, avcı-toplayıcılara ait çakmak taşından yapılmış penis, cinsel birleşmeyi betimleyen heykelcikler ve kadınları seksi pozisyonlarda tasvir eden Venüs heykelcikleri gibi “müstehcen” birçok imge ve nesne buldular.112

      Aynı müstehcenlik Neolitik bahçe tarımcılarının sanat eserlerinde de mevcut -memeleri olağandışı ölçüde büyük yapılmış çıplak hamile kadın heykelciklerinden zaten bahsetmiştik. Arkeolog Jaquetta Hawkes’a göre, Eski Avrupa uygarlığının bir parçası olan Girit’te “cinsel yaşama korkusuzca yaklaşılıyor ve cinsellik doğal karşılanıyordu.”113 Girit sanatı, cinsel simgelerle doluydu. Hawkes’a göre, dünyanın bereketini ve doğanın üretkenliğini kutlamak için her bahar mevsiminde seks merasimleri düzenleniyordu. Giritlilerin giyim tarzı da oldukça rahattı. Resimler kadınları memeleri çıplak ve bugün kısa “seksi” etekler diyeceğimiz kıyafetler giyerken gösteriyordu. Erkekler ise penislerini belirgin kılan ve kalçalarını açıkta bırakan kısa giysiler giyiyordu. Riane Eisler’e göre cinsellikle ilgili gösterilen bu açık tavır, “Girit’te hüküm süren genel barışçıl ve uyumlu havaya katkı sunuyordu.”114

6000 Yıl Önce Dünya

      Şu noktada durup bahçe tarımı döneminin sonuna yaklaşıldığı zaman, yani Çöküş’ten hemen önce dünyanın nasıl bir yer olduğunu kafamızda canlandırmaya çalışmakta fayda var.

      MÖ 4000’te dünya nüfusu hâlâ çok azdı, muhtemelen 100 milyonu geçmiyordu. Bahçe tarımı Ortadoğu, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’nın büyük kısmına yayılmıştı. Ancak Batı Avrupa ve Doğu Asya’ya henüz varmamıştı. Dünyanın çoğu -Avustralya’nın tümü, Kuzey ve Güney Amerika ve Afrika’nın büyük bölümü- hâlâ avcı-toplayıcılardan oluşuyordu. Daha önce de altını çizmeye çalıştığım gibi avcı-toplayıcılar ve bahçe tarımcılar arasındaki fark küçük ve yüzeyseldi. Büyük ölçüde aynı özelliklere sahiptiler: barış, eşitlik, ataerkilliğin olmaması, doğaya saygı ve cinsel özgürlük.

      Elimizdeki kanıtlar bütün insanların MÖ 4000’e kadar böyle yaşadığını gösteriyor. James DeMeo Saharasia (Sahra-Asya) kitabında “demokratik, eşitlikçi, cinsel açıdan özgürlükçü ve yetişkinler arasında şiddetin nadir görüldüğü” kültürlere “anacıl” (matrism) adını veriyor.115 Bu kavramı daha sonraki “bebekler ve küçük çocuklar üzerinde travmatik etkiler bırakan, kadınları baskı altında tutan, yetişkinlerin şiddete eğilimli olduğu, saklı ve bastırılmış sadist öfkenin dışa vurumunu sağlayan pek çok toplumsal kuruma sahip atacıl” (patrist) kültürlerle kıyaslıyor.116 DeMeo’nun da dediği gibi, “MÖ yaklaşık 4000’den önce dünyada atacıllığın hüküm sürdüğüne dair en ufak bir kanıt yok.”117

      Tüm bu anlatılanlar kulağa cennet gibi geliyor. Aslını isterseniz -yüksek ölüm oranlarına, sağlık koşullarının kötü olmasına ve diğer sorunlara rağmen- öyleydi de. Beşinci Bölüm’de de göreceğimiz gibi, daha sonraki insanlar bu Çöküş-öncesi dönemi tam bir cennet olarak andılar ve mitolojide bir Altın Çağ ya da “mükemmel erdemli insanların” (the men of perfect virtue) çağı olarak hatırladılar. Hiçbir insan topluluğu diğerinin alanına tecavüz etmedi, onları fethetmeye çalışmadı ya da mülklerini çalmadı. Köyleri basan göçebe ve yağmacı çeteler ya da sahil kenarındaki yerleşimlere saldıran korsanlar yoktu. Kadınların toplumsal mevkisi her yerde erkeklerinkine eşitti ve hiçbir yerde farklı refah seviyesine sahip sınıf ya da kastlar yoktu. Hayat elbette ki bazı açılardan zordu, özellikle de bahçe tarımına geçenler için. Ancak aynı zamanda doğal bir ahenk, bütün gezegeni kaplamış gözüküyordu. İnsanlarla doğa arasında ve insanların birbirleriyle ilişkilerinde var olan bir uyum söz konusuydu. İnsanlar bir nebzeye kadar doğanın baskısı altındaydı, ancak başkaları tarafından eziyet görmüyorlardı. Topluluklar diğer insan gruplarını tahakküm altında tutmuyor, aynı grup üyeleri birbirlerine zulmetmiyordu. Erkekler kadınları bastırmıyordu.

      Ancak her şey değişmek üzereydi. Şiddetli bir sarsıntının gerçekleşmesi yakındı.

      3

      Çöküş

      YAKLAŞIK MÖ 4000’DEN itibaren yeni bir ıstırap ve çalkantı dalgası insanlık tarihinin parçası oldu. İnsan ilişkilerinde ilk defa “korkunç bir günah hissi” belirgin hale geldi. Bu noktada, dünyayla ve diğer insanlarla bambaşka şekilde ilişki kuran yepyeni bir insan tipi ortaya çıktı. Riane Eisler’in sözleriyle, “insanlığın kültürel evriminde eşi benzeri görülmeyen

Скачать книгу


<p>111</p>

Eisler, 1987, s. 18.

<p>112</p>

Taylor, 1996; Rudgley, 1998.

<p>113</p>

Hawkes, 1968, s. 156.

<p>114</p>

Eisler, 1987, s. 39.

<p>115</p>

DeMeo, 1998, s. 4.

<p>116</p>

a.g.e.

<p>117</p>

a.g.e., s. 8.