Скачать книгу

hayatından bile gizemli olan, geminin dümencisi Sovos’tu. Bu adam Alec’i demirci ocağında ziyaret eden, onu uzak bir yere doğru götüren ve Alec’in ona güvenmenin delilik olup olmadığını düşündüğü adamdı. O zamana kadar adam hiç olmazsa Alec’in hayatını bir kez kurtarmıştı. Alec denizin üzerinde uzaklaşırken, Pandesia donanmasının yaklaşmakta olduğu Ur şehrine acı içinde, çaresizce bakışını hatırladı. Ufuktan top güllelerinin havayı yarışını görmüş, uzaktan gelen yıkım seslerini duymuş, yalnızca birkaç saat öncesinde kendisinin de içinde bulunduğu görkemli binaların yıkılışını görmüştü. Gemiden atlayıp geride kalanlara yardım etmek istemişti fakat o zamana kadar çoktan uzaklaşmışlardı. Sovos’a geri dönmeleri konusunda ısrar etse de adamın kulakları onun yalvarışlarına tıkalıydı.

      Alec geride bıraktığı arkadaşlarını, özellikle de Marco ve Dierdre’yi düşününce gözleri doldu. Gözlerini kapatıp faydasız bir şekilde anıları uzaklaştırmaya çalıştı. Onları yüzüstü bıraktığı düşüncesi göğsünün sıkışmasına sebep olmuştu.

      Alec’in devam etmesinin, ümitsizlikten sıyrılmasının tek sebebi, Sovos’un ısrarcı bir şekilde onu çağırmasıyla, bir başka yerde kendisine ihtiyaç duyuluyor olmasıydı; belirli bir kaderi olduğu, Pandesialıları başka bir yerde yok etmekte işe yarayacağı düşüncesiydi. Sonuçta Sovos, orada diğerleriyle birlikte ölmesinin kimseye hiçbir faydası olmayacağını söylemişti. Hala Marco ve Dierdre’nin hayatta kalmış olduklarını ve onlarla bir süre sonra tekrar bir araya geleceğini umuyordu.

      Nereye gittiklerini aşırı şekilde merak eden Alec, Sovos’u soru yağmuruna tutmuş fakat adam, inatçı bir şekilde sessizliğini korumuş, gündüz gece, sırtı Alec’e dönük bir şekilde dümende durmuştu. Alec’in gördüğü kadarıyla adam hiç uyumamış ve yemek yememişti. Siyah uzun çizmeleri ve siyah kabanıyla olduğu yerde durup denizi izlemişti, kızıl ipek şalı omuzlarına dökülüyordu ve üzerinde tuhaf bir işaret bulunan bir pelerin giymişti. Kısa kahverengi sakalları ve sanki onlardan biriymişçesine dalgalara bakan, parlak yeşil gözleriyle adamın etrafındaki gizem daha da derinleşiyordu.

      Alec açılar denizinin alışılmamış, açık mavi rengine baktı ve nereye götürüldüğünü bilmek konusunda bir telaşa kapıldı. Sessizliğe daha fazla katlanamıyordu ve cevap almak konusunda umutsuz bir şekilde Sovos’a döndü.

      “Neden ben?” diye sordu, tekrar deneyip sessizliği bozarak ve bu kez bir cevap almak konusunda kararlıydı. “Koca şehirden neden beni seçtin? Neden yalnızca benim hayatta kalmam gerekiyordu? Benden daha önemli yüzlerce insanı kurtarabilirdin.”

      Alec beklerken, Sovos, sırtı ona dönük, denizi incelerken sessizliğini korudu.

      Alec başka bir yoldan gitmeye karar verdi.

      “Nereye gidiyoruz?” diye sordu Alec tekrar. “Ve bu gemi nasıl oluyor da bu kadar hızlı gidebiliyor? Bu gemi nasıl bir malzemeden yapılmış?”

      Alec adamın sırtına bakarken dakikalar geçti.

      Nihayet adam başını salladı, sırtı hala Alec’e dönüktü.

      “Gitmen gereken yere, bulunman gereken yere gidiyorsun. Seni seçtim, çünkü sadece sana ihtiyacımız var, başkasına değil.”

      Alec meraklanmıştı.

      “Bana ne için ihtiyacınız var?” diye bastırdı.

      “Pandesia’yı yok etmek için.”

      “Neden ben?” diye sordu Alec. “Benim nasıl bir yardımım olabilir?”

      “Vardığımızda her şeyi anlayacaksın” dedi Sovos.

      “Nereye vardığımızda?” diye sordu Alec ısrarla, bıkkın bir şekilde. “Arkadaşlarım Escalon’da. Sevdiğim insanlar. Ve bir kız.”

      “Üzgünüm” diyerek iç geçirdi Sovos “fakat orada kimse kalmadı. Sevdiğin ve tanıdığın herkes gitti.”

      Ardından uzun bir sessizlik oldu ve rüzgârın ıslığı arasında Alec adamın yanılıyor olması için dua etti; fakat derinlerde onun haklı olduğunu hissediyordu. Hayat nasıl olur da bu kadar hızlı değişebilir diye düşündü.

      “Fakat sen hala hayattasın” diye devam etti Sovos “ve bu çok değerli bir hediye. Bunu boşa harcama. Birçoklarına yardım edebilirsin; tabii testi geçebilirsen!”

      Alec kaşlarını çattı.

      “Ne testi?” diye sordu.

      Sovos nihayet dönüp ona baktı; gözleri deliciydi.

      “Eğer sen beklenensen” dedi Sovos “davamız senin omuzlarına yüklenecek; fakat değilsen hiçbir işimize yaramazsın.”

      Alec anlamaya çalıştı.

      “Günlerdir denizde yol alıyoruz fakat hiçbir yere varmadık” dedi Alec. “Yalnızca denizde daha da ileri gittik. Artık Escalon’u göremiyorum bile.”

      Adam sırıttı.

      “Peki, nereye gittiğimizi düşünüyorsun?” diye sordu.

      Alec omuz silkti.

      “Güneydoğuya gidiyormuşuz gibi görünüyor. Belki Marda’ya doğru bir yerler.”

      Alec gına gelmiş bir şekilde ufka baktı.

      Nihayet Sovos cevap verdi.

      “Çok yanılıyorsun evlat” dedi. “Gerçekten çok yanılıyorsun.”

      Güçlü bir rüzgâr estiği sırada Sovos tekrar dümenine döndü, tekne okyanus dalgalarının ortasına doğru ilerliyordu. Alec ileriye baktı ve o anda, ufukta bir şeyin siluetini görüp sarsıldı.

      Öne koştu. Teknenin kenarını kavrarken içi heyecanla dolmuştu.

      Ufukta bir kara parçası yavaş yavaş belirgin hale gelmeye başlamıştı. Kara parçası sanki elmaslardan yapılmış gibi pırıldıyordu. Alec bir elini gözlerine siper yapıp, bunun ne olabileceğini merak ederek, gözlerini kısıp baktı. O ıssızlığın ortasında nasıl bir ada bulunuyor olabilirdi? Beynini zorlasa da hiçbir haritada böyle bir ada gördüğünü hatırlamıyordu. Bu, daha önce hiç duymadığı bir ülke miydi?

      “Bu nedir?” diye sordu Alec beklenti içinde bakarak aceleyle.

      Sovos döndü ve Alec’le tanışmalarından o yana ilk kez genişçe gülümsedi.

      “Dostum” dedi “Kayıp Adalar’a hoş geldin.”

      BÖLÜM YEDİ

      Aidan bir direğe bağlı, kıpırdayamaz halde dururken, az ileride, etrafı Pandesia askerleri tarafından çevrilmiş, dizlerinin üstünde duran babasına bakıyordu. Askerler kılıçlarını havada, babasının başının üzerinde tutuyorlardı.

      “HAYIR!” diye bağırdı Aidan.

      Kurtulmaya, ileri atılıp babasını kurtarmaya çalıştı fakat ne kadar uğraşırsa uğraşsın kurtulamıyor, bağlanmış olduğu halatlar el ve ayak bileklerine gömülüyordu. Babasını, dizleri üzerine çökmüş, gözleri yaşlı bir halde kendisinden yardım beklerken izlemeye zorlanıyordu.

      “Aidan!” diye seslendi babası bir elini uzatıp.

      “Baba!” diye seslendi Aidan da.

      Bir an sonra kılıçlar indi ve babasının başı uçurulurken Aidan’ın yüzü kanla kaplandı.

      “HAYIR!” diye bağırdı Aidan, hayatının çökmüş olduğunu, kara bir deliğe doğru çekiliyor olduğunu hissediyordu.

      Aidan sıçrayarak uyandı. Soluğu kesilmişti ve soğuk ter içinde kalmıştı.

Скачать книгу