Скачать книгу

kara bir inekti ve şimdi yavaşça kulübenin bir köşesine çekiliyordu.

      Kör Mahmut, uykusunun kaçtığına mı, bir inek ağzıyla bol bol öpüldüğüne mi yansın, karar veremiyordu. Yalnız, pek kıymet verdiği bedeninin tehlikeden korunduğunu düşünerek memnun oluyordu. Artık uyuyamayacağı için kalkmıştı. Güneşin doğup doğmadığından haberi yoktu. Domuz çobanının yaktığı çıra sönmüştü. Kulübe, siyah rengini muhafaza ediyordu. İlk geldiği vakit tesadüf edip de selam filan vermeye lüzum görmediği kadın gölgeleri de ortada yoktu; çoban da oğlu da görünmüyordu; yalnız kara bir yığın gibi, kulübenin ta dibinde mahut inek göze çarpıyordu.

      Kör Mahmut elini boru gibi ağzına götürerek “Bre çoban, bre çoban!” diye haykırdı. “Bu mübarek sarayı bana mı bağışladın? Yoksa beni bu namussuz inekle gerdeğe mi koydun?”

      Çoban, oğlu ve karısı, dışarıdan müsaraatla51 gelmişlerdi. Kadın kırık bir Türkçeyle Mahmut’u selamladı.

      “Sabah hayır!”

      “Sabah var mı ki hayır olsun! Yol gösterin de ben dışarı çıkayım, ciğerime biraz hava girsin. Kuyucu’nun avını attığı kuyuda bile bu kadar sıkılmadım. Hem atımdan haber verin. Nasıl, iyi mi? Karnını doyurdunuz mu?”

      Yine kadın cevap veriyordu:

      “At güzel, çok güzel! Sen de güzel. Türkler hep güzel. Biz çok sever Türk!”

      Dışarıda güneş hayli yükselmişti. Ağılla kulübe, bu parlak yaz güneşi altında daha pis, daha cılız görünüyorlardı. Tarlaların o nihayetsiz uzanışınca kabaran bu taş ve çalı yığını, tabiatın kucağına atılmış bir balgam gibiydi.

      Çobanın ailesi, elleri koyunlarında, Kör Mahmut’un etrafına dizilmişlerdi. Küçüklüğünde bir Türk ailesine çok kısa bir süre hizmetçilik eden kadın, biraz Türkçe konuşabiliyordu. Onun şüpheli tercümanlığıyla, şimdi fikir alışverişi ediyorlardı.

      Bender-Hotin, Bender-Belgrat ve Hotin-Belgrat arasına doğru birer hat çekmek suretiyle harita üzerinde bir üçgen resmedelim. Hikâyemizin cereyan ettiği günlerde ve hatta bir iki asır sonra, üçgenin içine düşen bütün bu arazide yegâne tehlikesiz sanat domuz çobanlığı idi. Nehirlerin ve minimini kalelerin içinde mahsur bir hayat geçiren çoğunluk, ticari işlerle ve ufak tefek el sanatlarıyla iştigal ederdi. Fakat en büyük kazanç, domuz çiftliğinde idi. Çiftçiler mahsullerinin genellikle kazaya gittiğini görürlerdi. Çünkü bu resmettiğimiz üçgenin her noktası, yıl geçmezdi ki bir isyan, birr yola getirme ordusunun ağırlığı altında ezilmesin. Bu orduların yol üstlerindeki tarlalar, sahiplerine ezik göğüslerinden başka bir şey göstermezdi. O memleket halkının burjuva kısmını teşkil eden şehirlilerin, ayân güruhu meşru ve gayrimeşru kazançlarına ise geniş ölçüde, voyvodalar iştirak ederdi. Fakat domuz çobanları, asilerden de serdar ordularından da müsamaha görüyorlardı.

      Evvelkiler, kendilerine yâr ve ırken, ruhen taraftar oldukları için bunlara ilişmezlerdi. Serdarlar ise domuzla teması iğrenç görerek çobanları kale almaktan iğrenirlerdi. Bu iki taraflı müsamaha, zaman geçtikçe o birkaç bin kilometre genişliğindeki araziyi bir domuz memleketi hâline getirdi. Evvelleri seyrek tesadüf olunan sürüler ve ağıllar, yavaş yavaş çoğaldı ve sıklaştı. Kan itibarıyla devamlı bir saflaşma, iktisaden de müsamaha gören bu çobanlar sürüsünden en nihayet, komşu milletlerin de yardımıyla, ihtilalci nesiller doğdu!

      Kör Mahmut Dinyester’le Prut arasında, en geniş noktadan hesap edilmek şartıyla, otuz beş saatlik mesafe olduğunu çobandan öğrenmişti. Hotin önünde meyilli bir istikamet takip ettiği için Prut Nehri’ne yirmi saat yaklaşmıştı. Bu yüz kilometrelik yolu, atını yormaksızın iki günde alabilirdi. Prut’u geçtikten sonra, Yaş kasabasına inmek uzun bir şey değildi.

      Nasıl yaşadıklarını sorup soruşturmaya başlamıştı. Onlar, domuzlarının her yıl başı temin ettiği menfaate kanaat ederek bu ıssız ovada ömürlerini geçirip duruyorlardı. Bazen bir kervan, bazen yolunu şaşırmış bir atlı ve nadiren de askerî alay buradan geçerdi. O tesadüfler bu tekdüze ömür içinde bir değişiklik teşkil ederdi. Hatta bu küçük hadiseler, onlar için bir tarih başlangıcı mahiyetini de alırdı: Bir Erdel kervanı geçtiği gün, bir kır atlı geldiği gün, gibi.

      Çoban karısı Kör Mahmut’la konuşurken belli bir yaşa gelmiş üç kız da bu sağlam yapılı erkeği hayalen kucaklamaya çalışırcasına ihtiraslı bir vaziyet almışlardı. Her biri, şehevi bir iştiyakın bütün alametleriyle apaşikâr sarsılıyordu. Bu sapa yoldan geçen her erkek şu zavallı kızların ruhunda bir fırtına yaratıyordu ve onlar bu asabi girdap içinde uzun müddet günlerini şaşırırlardı. Bugün de Kör Mahmut, kısmetlerini rüyalarında bile tespit edemeyen bu üç Rumen yavrusunu böyle bir heyecana düşürmüştü!

      Bir aralık içlerinden en tahammülsüz olan biri, yalvarır gibi bir sesle “Ana!” dedi. “Ağaya ikram edemedik. Bu gece de burada kalsın. Güzel bir gözleme yapalım, bir de tavuk keselim, içerse şarabımız da var!”

      Valide bu teklifin hangi yanık kaynaktan doğduğunu pekâlâ idrak etmekle beraber Kör Mahmut’a tercüme etmekte sakınca görmemişti. O, gürültülü bir kahkaha ile “İyi ama analık…” dedi. “Yolcu yolunda gerek. Bir de darılmayın, sizin kulübe çekilir şey değil. Tanrı sahibine bağışlasın, bize izin!”

      Bu sohbet esnasında, atın tımarı küçük çocuk tarafından itina ile yapılmıştı. Kör Mahmut da küçük bir kova inek sütünü içine ekmek doğrayarak mideye yollamıştı. Şimdi, memnunca bir “Elhamdülillah!” çekerek ayağa kalkmıştı. Heybesini yerleştirdikten ve cebinden çıkardığı bir küçük altını attıktan sonra, çekirge gibi, ata sıçrayarak “Ver elini Prut!” dedi.

      Üç kızın meftun ve mahzun bakışları, gittikçe uzaklaşan güzel endamlı delikanlıyı uzun müddet takip etmiş ve uğurlamıştı. Kör Mahmut, arkasında bıraktığı kırık emellerden habersiz, Harput ağzı bir koşma geveleyerek tarlaları aşıyordu.

      Süvarimizin yolculuğu, Yaş’a kadar hemen hemen arızasız geçti. Ufak tefek ormanlardan, derelerden geçti. Bir geceyi de kırda, atının ayakları altına uzanarak geçirdi. Yollarda in ve cin namına kimseye tesadüf etmedi. Yalnız Prut kenarında uygun bir geçit yeri ararken bir yolcu kafilesine rast gelmişti. Yetmiş kadar katır ve yirmi insandan oluşan bu küçük kervan, tüccar malıyla kuzeye doğru çıkıyordu. Kafile halkı, tozu dumana katarak birdenbire karşılarına çıkan Kör Mahmut’tan, evvelemirde iştibah52 ile irkilmişlerdi.

      Fakat onun hayduda benzemediğini anlayınca güvenerek konuşmaya başlamışlardı. Mahmut, nehrin geçit yerini soruyordu. İçlerinden Türkçe bilen biri, istenilen bilgiyi verdi. Kör Mahmut, hafif bir teşekkürle ayrılacağı sırada o adamın dudaklarında bir gayritabiilik gördü. Başka dudaklarda görülmeyen bir şey, tuhaf bir fazlalık, onu iğrenç bir hâle koyuyordu. Kör Mahmut, bu hususiyetin farkına varır varmaz “Beri gel arkadaş!” dedi. “Seni bir iyi tanıyayım.”

      Herif yaklaşınca, üst dudağında, iri bir ele benzeyen katmer katmer bir et parçasının sarkmakta olduğu meydana çıktı. Sanki bir manda dili herifin üst dudağına yapıştırılmıştı. Konuşurken bu uzun ve hareli et parçası hızlı hızlı titreyen bir sivri kapak gibi aşağı yukarı hareket ediyordu.

      Kör Mahmut sordu:

      “Arkadaş, ağzındaki nedir öyle!”

      “İllet ağa, illet?”

      “Evli misin sen?”

      “Allah bağışlarsa

Скачать книгу


<p>51</p>

Müsaraat: Sürat ve acele etme. (e.n.)

<p>52</p>

İştibah: Şüphelenmek, şüphe etmek. (e.n.)