Скачать книгу

sana be herif! Cellatlığı kabullendikten sonra bu çalıma ne lüzum vardı? Erlik adını berbat ettin gitti. Sana da seni gönderene de lanet!”

      Bir an evvelki trajedide yüzlerinde bir kıl titremeyen baltacılar, sulu sepken bir tükürük gibi ortaya fırlatılan bu sözler üzerine, hiddetli ve öfkeli, bakışmışlardı. Debdebeli bir merasimi bir saniyede faciaya çevirip de zerre kadar heyecan göstermeyen kapıcıbaşı, kulaklarına kızgın demir sokulmuş gibi, kızarmıştı. Voyvodanın teşrifatçısıyla kâtibi ise bu sesi ahiretten gelmiş sanarak gizlice istavroz çıkarmaya başlamışlardı.

      Kör Mahmut, sözlerinin tesirini sanki tamamlamak istercesine sürekli tükürüyordu:

      “Tü, tü, tü!..”

      Ve bariz bir nefret içinde salondan çıkıyordu! “Bre koman!” demek için ağzını açan kapıcıbaşı, herhangi bir sipahiye körü körüne el vurulamayacağını düşünerek “Devletin kolu uzundur. Bu küstahın da cezası verilir!” demekle yetinmeye mecbur olmuştu.

      Eğer Türk Mahmut’un sipahi değil, mülazım bile olmadığı bilinse, şüphe yok ki o salon bir muharebe meydanı hâlini alır, voyvodanın cesedi, arkadaşsız toprağa girmezdi.53

      Kör Mahmut doğruca kervansaraya dönmüştü; kapıcıbaşının yaptığı iş, onun mertlik damarını kanatmıştı. Voyvodanın katli lazım ise erkekçe icabına bakılabilirdi. Kapıcıbaşı, Türkçesi, namertlik göstermişti.

      O devrin ileri gelenlerince hükûmet namı altında cereyan ettirilen facialardan Kör Mahmut habersizdi. Kaç vezirin yüzüne karşı iltifatlar savrulurken merdiven başında cellatlara katilleri ısmarlanmıştı. Türk ırkından gelmeyen iş başında bulunanlar, Türklüğe has olan açık özlülüğü tabii olarak gösteremiyordu. İkiyüzlülük, yalancılık en büyük zekâ sayılıyordu. Irkımız hesabına ne kadar yazık ki bütün bu Türk olmayanların zulümleri, rezaletleri Türk tarihine mal edilmiştir.

      Yaş kasabası voyvodanın katli haberi üzerine çalkanmıştı. Boyarlar, yer yer toplanıyorlardı. Bu cezanın tam anlamıyla adalet olduğuna dair teşekkürnameler kaleme alıyorlardı. Cinayetten sonra anlaşılıyordu ki müteveffa voyvoda müthiş bir yılanmış! Kapıcıbaşı bu muzır mahlukun kafasını ezerek koca bir memleketi kurtarmış! Hâlbuki bir ay evvel yine voyvodanın adil, koruyucu bir şahsiyet olduğu söyleniyordu. Kısacası tencere ile kapak, tıpatıp gelmişti. Aşağı ile yukarı birbirine uygundu. Kör Mahmut zihniyetini taşıyanlar, beyhude yere kendilerini üzüyorlardı.

      Süvarimiz, hemen Yaş’tan hareket etmeyi kurmuştu. Artık geceler, parlak bir yaz mehtabıyla aydınlanıyordu. Lekesiz sema kandilinin bol ziyası altında yolculuk, çok tatlı bir şey oluyordu. Kervansaraya gelir gelmez atını tımar ettirerek hazırlanmıştı.

      Yolculukta âdet, sabahları erken toplu çıkılmaktı. Kör Mahmut’un böyle vakitsiz harekete hazırlandığını gören kervansaray misafirleri hayret etmişti. Sebebini soruyorlardı. O, mehtaptan bahsedince hep gülmüşlerdi. Ay ışığının haramiler için de faydalı olduğunu Kör Mahmut’a anlatmaya kalkmışlardı. Yalnız ihtiyar yolcu, “Yolumuz bir düşerse ben de sana yoldaş olurum. Ahir günlerimde bir gece yolculuğu yapmak istiyorum.” demişti.

      Yetmiş uzun seneyi, sekiz on çizgi hâlinde, alnına sığdıran ihtiyarın bu sözü Kör Mahmut’un hoşuna gitmişti. Geceleyin helaya, karılarının delaletiyle gittikleri anlaşılan öbür yolculara cevap bile vermemişti. Derin bir bakışla ihtiyarı süzüyordu. O devrin koyun tüccarları gibi giyinmiş, başına da gelişigüzel bir sarık sarmış olan ihtiyar, alelade bir adama benzemiyordu. Gözlerinde yorgun, fakat olgun bir yiğitlik parlıyordu. Beyaz ve tertemiz sakalında, simaya efendilik veren bir kibarca bir tatlılık vardı. Bakışı, söyleyişi, oturması, hepsi itimat telkin ediyordu.

      Kör Mahmut, ihtiyarın bu vakur sevimliliğine kapılarak “Hayhay babalık!” dedi. “Seninle yoldaş olalım. Yaşça büyüksün, ben sana uyarım. Bir iş peşinde değilim. İşte bir at, bir mızrak, şu memleketleri dolaşıyorum. Elimizde keşkül yok ama derviş gibi bir şeyiz.”

      “Sen çağda biz de böyleydik. Ayağımıza zincir vursalar bir yerde durmazdık. Şimdi arkamıza sopa indirseler yerimizden kalkmak istemiyoruz.”

      Nihayet Kör Mahmut’la ihtiyar anlaşmışlardı. Güneşin batışına doğru Yaş’tan çıkacaklar ve Kalas-İbrail yoluyla Tuna’ya ineceklerdi. Bu iki kasabada ihtiyarın görecek işleri vardı. Tuna’yı Yerköy’den geçeceklerdi. Niğbolu’ya uğramayı da ihmal etmeyeceklerdi. Ondan sonra ihtiyar, Kör Mahmut’un emrine tabiydi. O nereyi isterse oraya gideceklerdi. Kör Mahmut ise şimdiden “İstanbul’a!..” demişti.

      Küçük bir seyahat, minimini bir gezinti gibi dört kelime içinde kararlaştırılan bu yolculuk, en kısa yollardan gidilmek şartıyla bin kilometreye yakın bir mesafe teşkil ediyordu. İşin garibi, bu çok uzak mesafeyi yaya geçmeye hazırlanmasındaydı. Kör Mahmut bu vaziyette bir gariplik görmüyordu. Yola çıkan ayağına güvenir!

      Bu hakikat, o devrin her yolcusu için malum idi.

      Bizler, tabii kuvvetlerin insan zekâsı önünde eğildiğini görüyoruz. Evvelkiler, tabiatla daimî bir mücadele içinde yaşamışlardı. Bu mücadeleyi başa çıkarmak için en birinci şart, tabiat kuvvetlerinin vakitli vakitsiz büründüğü korkunç şekilleri küçümsemeye alışmaktır. Eğer denizlerin amansız dalgaları evvelkilerin gözünü korkutabilseydi, mesela eski devrin meşhur Türk denizcisi Seydi Reis, şu bizim mavna dediğimiz kayıkların biraz büyüceklerinden oluşan bir filo ile harp ede ede Hindistan’a kadar gidemezdi. Eğer dağların yüksekliği aşılmaz bir engel gibi evvelkilerin gözü önünde büyüseydi, en yüksek zirvelerde Türkler yıldızlarla selamlaşamazdı!

      Güneşin batışına doğru, ihtiyar adamla Kör Mahmut yola çıkmışlardı. Kasabadan çıkar çıkmaz Kör Mahmut’un atı açık eşkinle yürümeye başlamıştı. İhtiyar, adımlarını bu yürüyüşe uydurmuştu. Koşmuyor, koşar görünmüyor, fakat attan bir adım ayrılmıyordu. Elini atın sağrısına koymuş, hayvanın gölgesi gibi bir hâl almıştı.

      Mehtap hakikaten güzeldi; ay şiirle alakası olmayanları bile heyecanlandıracak bir parlayışla semadaki yerini almıştı. Sanki bol ve taşkın ziyasıyla yeryüzünün kirlerini yıkamak istiyordu. Her iki yolcu susuyorlardı. Güya ay ışığıyla benlikleri temelinden aydınlanmış ve geçmiş günlerin hatıraları dirilivermişti. İkisi de o hatıralar içinde kendilerini unutmuş görünüyorlardı. Nihayet ihtiyar, sükûneti bozdu:

      “Delikanlı!” dedi. “Konuşalım. Yollar lafla geçer. Benim adım Doğan, yaşım yetmiş beş! Yeniçeriyim. Oturak54 oldum. Aldığım para bir işe yaramıyor. Ulufelerin zaten iki akçesi bire geçiyor: Hep züyuf,55 hep kesik. Vebali bizi aç bırakanların boynuna! Ribahorluğa56 başladım. Bundan evvelki Buğdan beyine biraz para verdim. Halka dağıtsın da neması bize geçim olsun, dedim. Herif asi oldu, dağa çıktı, suya kaçtı, bizim de para güme gitti. İnsan düştüğü yerden kalkar, derler. Borç harç ettim. Birkaç bin akçe toplayıp yeni voyvodaya verdim. Tam gelip hesap göreyim derken onu da öldürdüler. Benim elim böğrümde kaldı, bereket versin, herif ölmezden evvel Kalas’taki, İbrail’deki alacaklarımın defterini verdi. İşte onları tahsile gidiyorum. Olmazsa Yerköy’e gidip kadıya şikâyet edeceğim.”57

      “Benim aklım bu hesaplara yetmez. Param biterse alacak yeri bilirim. Halkın malını helale sayıp da bol bol yiyenler, bizim gibi garip yiğide ‘pencik’ vermezler mi? Benim göreceğim bu!

Скачать книгу


<p>53</p>

Voyvodanın katli aynen cereyan etmiştir. Mülazım demek, mahlul vukusunda sipahiliğe kaydolunacak namzet demektir. (y.n.)

<p>54</p>

Oturak, emekli demektir. (y.n.)

<p>55</p>

Züyuf. Kalp ya da ayarı düşük madeni paralar. (e.n.)

<p>56</p>

Ribahor, faizci manasınadır. Evvelleri faiz kelimesi kullanılmazdı. (y.n.)

<p>57</p>

Eflak ve Buğdan memleketlerindeki bütün davaları, yani Müslümanların alakadar olduğu davaları Yerköy kadısı hallederdi. Artık müşkülatı düşünelim: Yaş’tan, Bükreş’ten bir koğuya gelmek yahut kadıyı oraya götürmek lazımdı. (y.n.)