Скачать книгу

bir kılıç ve bir okluk asılıydı.

      Israrlı ve alaycı bakışlarıyla zenci hizmetkârı hayli kızdırdıktan sonra cevap verdi:

      “Bir kere, gazan mübarek olsun, de. Bu kelleleri ağaçtan toplamadık, can pazarından ele geçirdik. Saraylı olmak hüner değil, biraz da hâlden anlamalı.”

      Harem ağası müthiş bir öfke feveranı ile köpürmüştü:

      “Vay Yezit, vay kâfir, bana dil mi uzatıyorsun?” diye bar bar bağırıyordu. Fakat genç muharip, elindeki üç kelleyi, hemen Arap’ın ağzına yapıştırmıştı. Birer demir kelle gibi birbirini takip eden kelleler, harem ağasının bütün dişlerini boğazına doldurmuştu. Artık o mağrur ağızdan ses değil, külçe külçe kan çıkıyor ve zenci yavrusu yerlerde sürünen bir kara inilti hâlini alıyordu.

      Çadırın içinde ve dışında bulunan hademe vesaire güruhu, cereyan eden hadiseyi ilk önce anlamamışlardı. Fakat harem ağasının gülünç ve hazin vaziyetini görünce kimi hançer çekerek kimi pala sıyırarak kimi yumruk göstererek gencin üzerine hücum etmişlerdi.

      Genç muharip, bir hamlede atına sıçramıştı ve “Burada da mı baskın!.. Bahtımız açıldı demek, dayan Kör Mahmut!” diye saldıranların üzerine dizgin etmişti.

      Güzel talim görmüş, iyi çark yapmayı öğrenmiş olan at, süvarinin küçük bir işaretiyle sıçrıyor, önüne geleni yıkarak, bir arayıcı fişek gibi, oradan oraya atılıyordu. Artık çadır yıkılmış, ortalıkta darmadağın bir vaziyet peyda olmuştu. Çadırın önünde bulunan para keseleri yerlere dökülmüştü. Kör Mahmut’un, birer at darbesiyle yerlere fırlattığı uşak güruhu çadırın ipleriyle sarmaş dolaş, debeleniyorlardı.

      Biraz evvel, kırgınca yola düzülen müfreze, Kör Mahmut’un uyandırdığı arbedeyi duyarak geri dönmüşlerdi, çil çil paraları avuç avuç cebe atıyorlardı.

      Bu sırada diğer çadırlardan bostancı, teberdar gibi kişilerin sürü sürü koşuştuğunu gören Kör Mahmut, paraları kapışmakla meşgul arkadaşlarına veda etmişti.

      “Helal olsun! Getirdiğiniz başların işte bedeli ödendi. Yalnız hazmetmeye bakın, Allah’a ısmarladık.”

      Ve göz açıp kapayıncaya kadar atını sürüp, arkasında tozdan, gittikçe uzaklaşan ve silinen kümeleri bıraka bıraka kaybolmuştu!

***

      Kör Mahmut uzun bir yürüyüşten sonra, atının başını çekti. Sol tarafta Turla suyu, beyaz ve köpüklü bir hatla yazılmış nihayetsiz bir satır gibi, manalı manalı uzanıp gidiyordu. Önünde, çekirge bulutlarından kurtulmuşa benzeyen gamlı tarlalar, alabildiğine göğüslerini açıyordu. Köy, kasaba, şehir, hiçbir şey görülmüyordu. Terkisindeki çulu, terden avuç avuç buğu çıkaran atın üstüne geçirdi.

      Kendisi de heybeden çıkardığı, dört beş tatlı peksimeti yemeye başladı.

      Bir taraftan dalgın dalgın düşünüyordu. İşte, ilk gaza zevkini tatmıştı. Yedi sekiz seneden beri bu zevk, rüyalarının temeli gibiydi. Bir gece geçmezdi ki uykusunda velveleli bir harp sahnesi yaşamasın. Bütün bu sahnelerin en yerinde duramayan, en pervasız kahramanı kendisiydi: Elinde kılıç, kalelerin burç barularına çıkar; ağzında hançer, geniş hendekler atlar ve hangi düşman alayına hücum etse muhakkak tarumar ederdi! Kaç kereler, kralların taçlarını başlarından almış ve o şevk ile uykudan uyanıp ellerini boş görünce için için yanmıştı. O, her uyanışta, bulunduğu oda ile yattığı yatağa bakar ve rüyasındaki bahadırca ihtişam ile bu sefil şeyler arasındaki tezat ruhunu üzdüğünden, gözlerini kapayarak, silinen rüyaların bir kere daha dönüşünü beklerdi.

      Tekkedeki dervişlerin, evliya menkıbeleri haricindeki sohbet zeminleri ekseriya muharebelerle ilgiliydi. Hayat ve kâinat ile hissî alakaları kısmen görünen bu derviş alayı bile, şu veya bu kahramandan bahsederlerken gizli bir gıpta ile duygulanmış görünürdü.

      Hakikatle efsaneyi ayıracak bir çağda bulunmadığı için bu vadide ne denilirse inanırdı. Devler, ejderhalar, ezrekabanular, yedi başlı yılanlar, bu gülünç masallar onun için birer rüya mevzusu olurdu. Hele bu tabiatüstü mahlukları bir kılıç darbesiyle cehenneme yollayan bozguncu bahadırlar, gözünün önünde büyür, büyür, minareler kadar yüksek ve dağlar kadar heykelleşmiş bir şekil alırdı. Gelgelelim dervişlerin yakın zamanlara ve özellikle içinde yaşadıkları günlere ait olarak naklettikleri menkıbelerden, samimi bir temayülle, daha fazla hoşlanırdı. Bütün Türk elinde, iki yüz seneden beri bir bahadırlık timsali gibi yâd olunagelen Ulubatlı Hasan, âdeta yüreğinde yer etmişti. Fırsat buldukça onun hikâyelerini tekrar etmeleri için yalvarırdı. Bu büyük kahramanın yaptığı işler, sık sık rüyasını süslerdi.

      İstanbul kuşatmasında, su dolu kale hendeğini Ulubatlı Hasan’ın bir sıçrayışta geçtiğini çoğunlukla görürdü. Kuşatılmışların ve kuşatanların müşterek hayreti arasında bu harikayı gösteren Hasan, hendeği geçer geçmez bir saniye bile beklemeden kale duvarına asılmıştı. Belindeki bıçağı bir taşın arasına sokuyor, ayağıyla ona basarak elleriyle yukarıya yükseliyor ve bir elini dayandıracak küçük bir aralık bulunca eğilip bıçağını çıkarıyor ve daha yukarılara yerleştirerek bu basit, fakat korkunç merdivenle kalenin üstüne yetişmeye uğraşıyordu. Kale üstünden durmadan taşlar atılıyor, kızgın zeytinyağları dökülüyor, yüzlerce kol, bu tek adamı devirmek için uğraşıyordu. Fakat Hasan, hareket eden bir gölge gibi duvara yapışmış, durmadan yükseliyordu.48

      Nihayet ellerini kale duvarının üstüne koymaya muvaffak olmuştu. Ve bu vaziyette, koynundan bir bayrak, bir Türk bayrağı çıkararak sallamaya başlamıştı. Şimdi Hasan, o tehlikeli hendeklerin üstünde, yer ile gök arasında sallanan bir dağ parçasını andırıyordu. Kuşatılmışlar, ellerinde baltalarla Hasan’ın göründüğü noktada yoğunlaşıyorlardı. Ve var kuvvetleriyle onun ellerini doğruyorlardı. Mümkün olsa dişleriyle taşları tutarak elindeki bayrağı oraya dikmek isteyen Hasan, biraz sonra, gökyüzünden bir parça gibi, hendeklere düşmüştü. Ve kuşatan ordu, o muazzam cesedin teşkil ettiği pek sağlam köprüden geçerek hücuma kalkmıştı.

      Kör Mahmut’un en sevdiği rüya işte buydu: Ulubatlı’nın İstanbul kalesine çıkması! Bu rüyaya o kadar kapılmıştı ki daha on iki on üç yaşında iken İstanbul’a kadar gitmeye, şu Ulubatlı’nın çıktığı noktadan bir de kendisi tecrübe yapmaya azmetmişti. O niyetle üç beş defa tekkeden savuşmuş, her defasında şeyhin adamları tarafından tutularak geri getirilmişti.

      Muhitindeki dinî koku, bir türlü ruhuna nüfuz edemiyordu. Dervişlerin o sallanışları, o bangır bangır bağırışları Kör Mahmut’u âdeta öfkelendiriyordu. Sürü sürü halkın gelip de şeyhin önünde diz çökmeleri, el öpmeleri kendisine iğrenç geliyordu; hele bazı dervişlerin, fırsat buldukça ahırlara saklanarak veya göz görmez köşelere gizlenerek birtakım hayvanlara sinsi sinsi yem verdiklerini defalarca gördükten sonra tekke hayatından büsbütün iğrenmişti.

      O, hikâyelerini işittiği kahramanlar gibi dimdik yürümek, hiçbir mahluka boyun eğmemek istiyordu.

      Çoğu ayin geceleri tekkeden savuşuyor, seyisleri kandırarak elde ettiği atlarla gece yarılarına kadar kırlarda dolaşıyordu. Gitgide cirit oynamak, silah kullanmak fırsatlarını elde etti. Rumiye Şeyhi, onun özellikle zikir ve tehlillere karşı gösterdiği kayıtsızlığa kızarak “Sende…” derdi. “Mürtet ruh var, akıbetin hayır olmaz.”

      Bununla beraber Kör Mahmut’u severdi. Onun binicilik, atıcılık heveslerini kırmak istemez, hatta geliştirirdi.

      İşte, Kör

Скачать книгу


<p>48</p>

“El-fadlü ma şehidet bihil a’da!” (Fazilet odur ki; düşmanlar dahi onu tasdik etsin.) derler, doğrudur. Yabancının şahitliğinde başka bir tesir var. Hakikatte bir kahramanlık şaheseri olan bu gaza levhasını, Müverrih Hammer, ne güzel ve ne samimi tasvir ediyor.