Скачать книгу

millet! Edebiyyâtı ya oğlan, ya karı…

      Nefs-i emmâre hizasında henüz duyguları!484

      Sonra tenkîde giriş: Hepsi tasavvufla dolu:

      Var mı sôfiyyede bilmem ki ibâhiyye kolu?485

      İçilir, türlü şenâatler olur, bî-pervâ;

      Hâfızın ortada dîvânı kitâb’ül-fetvâ !486

      «Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!»

      Urefâ mesleği; âlâ, hem ucuz hem de şeker!

      Şu kadar var ki şebâbında ufak bir gayret

      Başlamış… Bir gün olup parlayacaktır elbet.

      O zaman işte şu toprak yeniden işlenerek,

      Bu filizler gibi binlerce fidan besleyecek!

      Çin'de, Mançurya'da din bir görenek, başka değil.

      Müslüman unsuru gayet geri, gayet câhil.

      Acabâ meyl-i teâlî ne demek onlarca?

      «Böyle gördük dedemizden!» sesi milyonlarca

      Kafadan aynı tehevvürle bakarsın, çıkıyor!

      Arş-ı âmâli bu ses tâ temelinden yıkıyor487

      Görenek hem yalınız Çin'de mi salgın? Nerde!

      Hep musâb, âlem-i İslâm o devâsız derde.488

      Getirin Mağrib-i Aksâ'daki bir Müslümanı;

      Bir de Çin sûrunun altında uzanmış yatanı;

      Dinleyin her birinin rûhunu: Mutlak gelecek,

      «Böyle gördük dedemizden!» sesi titrek titrek!

      «Böyle gördük dedemizden!» sözü dînen merdûd;

      Acabâ sâha-i tatbîki neden nâ-mahdût?489

      Çünkü biz bilmiyoruz dîni. Evet, bilseydik,

      Çâre yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik.

      «Böyle gördük dedemizden!» diye izmihlâli

      Boylayan bir sürü milletlerin olsun hâli

      İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!

      Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde?

      Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur'ânın,490

      Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mânânın:

      Ya açar nazm-ı celîlin, bakarız yaprağına;

      Yâhud üfler, geçeriz bir ölünün toprağına.

      İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkîyle bilin,

      Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!

      Bu havâlîdekiler pek yaya kalmış dince;

      Öyle Kur'ân okuyorlar ki: Sanırsın Çince!

      Bütün âdetleri âyîn-i mecûsîye karîb,491

      Bir şehâdet getirirler, o da oldukça garîb.

      Yalınız, hepsi de hürmetle anar nâmınızı.

      Hiç unutmam, sarılıp hırkama bir Çinli kızı,

      Ne diyor anlamadım, söyledi birçok şeyler;

      Sonra me'yûs olarak ağladı… Bîçâre, meğer,

      Bana Sultân'ı sorarmış da, «nasıldır?» dermiş;

      Yol yakın olsa imiş, gelmeyi isterlermiş!

      Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?

      Onu tasvîre zafer-yâb olamam, hayrettir!

      Şu kadar söyleyeyim: Dîn-i mübînin orada,

      Rûh-i feyyâzı yayılmış, yalınız şekli Buda.

      Siz gidin, safvet-i İslâm’ı Japonlarda görün!

      O küçük boylu, büyük milletin efrâdı bugün,

      Müslümanlıktaki erkânı siyânette ferîd;

      Müslüman denmek için eksiği ancak tevhîd.

      Doğruluk, ahde vefâ, va'de sadâkat, şefkat;

      Âcizin hakkını i'lâya samîmî gayret;

      En ufak şeyle kanâat, çoğa kudret varken;

      Yine ifrât ile vermek, veren eller darken;

      Kimsenin ırzına, nâmûsuna yan bakmayarak,

      Yedi kat ellerin evlâdını kardeş tanımak;

      «Öleceksin!» denilen noktada merdâne sebat;

      Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat,492

      İhtirâsât-ı husûsiyyeyi söyletmeyerek,493

      Nef'-i şahsîyi umûmunkine kurbân etmek…494

      Daha bunlar gibi çok nâdire gördüm orada.

      Âdemin en temiz ahfâdına mâlik bir ada.

      Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle…

      O da sâhiplerinin lâhik olan izniyle.

      Dikilip sâhile binlerce basîret, im'ân;

      Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!

      Garb’ın eşyâsı, eğer kıymeti hâizse yürür;

      Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!

      Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;

      Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.

      Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde…

      «Togo» nun umduğunuz tavrı mı vardır? Nerde!

      «Gidelim!» der, götürür! Sonra gelip tâ yanıma;

      Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.

      Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada;

      Sâde Osmanlı'ların gayreti lâzım arada.

      Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,

      Ulemâ, vahy-i Îlâhî’yi mi bilmem, bekler?

      Hind'i baştan başa gezmekti murâdım, lâkin,

      Nerde olsam, beni tâkibi yüzünden polisin,

      Tâkatim bitti de vazgeçmede muztar kaldım;

      Kaldım ammâ yine her mahfile az çok daldım.

      Besliyormuş bereket versin, o iklîm-i kadîm,

      «Rahmetullâh»a, muâdil daha yüzlerce hakîm,

      Rûh-i edyânı görür, hikmet-i Kur'ânı bilir495

      Ulemâ var ki: Huzûrunda bugün Garp eğilir.

      Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de:

      Bunların birçoğu tahsil eder İngiltere’de;

      Sonra dindaşlarının rûhu olur, kalbi olur;

      Çünkü azminden, ölüm çıksa, o dönmez, sokulur.

      Öyle, maymun

Скачать книгу


<p>484</p>

Nefs-i emmâre: İnsana her şeyi buyuran, her arzusunu yaptırmak isteyen, her tecavüzü ve her ihtirası teşvik eden nefis.

<p>485</p>

İbâhiyye: Her şeyi mubah gören ve her yasağı yapma mesleği.

<p>486</p>

Kitabü’l-fetvâ: Fetva kitabı.

<p>487</p>

Arş-ı amal: Emeller, ümitler tahtı.

<p>488</p>

Musab: Musibete uğramış, malûl.

<p>489</p>

Nâmahdud: Hudutsuz.

<p>490</p>

Muhkem: Sağlam.

<p>491</p>

Ayin-i mecûsîye karîb: Mecûsîlerin âyinine yakın.

<p>492</p>

Terk-i hayat: Hayatı terk etmek, canı feda etmek.

<p>493</p>

İhtirasat-ı hususiye: Şahsî ihtiraslar.

<p>494</p>

Nef-i şahsî: Şahsî menfaat.

<p>495</p>

Ruh-i edyân: Dinlerin ruhu.