Скачать книгу

göz yükseliyor doğru yarım kubbelere,

      Ki dayanmış biri sağdan, biri soldan kemere.

      İstalaktitle donanmış o hazîn sîneleri,

      Okşayıp nûr-i nazar, geçti mi artık ileri.

      Geliyor kısmen açılmış iki heybetli kanat,

      Ki teârîci, telâfîfi ne müdhiş san’at!

      Sanki Mevlâ, mütefekkir, kocaman bir beyni,

      Açıvermiş bize, göstermek için her yerini.

      Görüyor şimdi nazar girdi mi derhâl içeri:

      Aynı eb’âd ile tesbît edilen kubbbeleri.

      Avlunun sâha-i üryânına bin sâye-i nûr

      Döşeyen bunca kemerlerle sütunlarda, vakûr

      Bir tenâzur yoruyor görmek için irkileni.

      Yalınız iç kapının üstüne yükseltileni,

      -Mutlaka medhali göstermek için olmalı ki-

      Bir siyâk üzre atılmış, sıralanmış öteki

      Kubbelerden daha yüksek, daha vâsi’ duruyor.

      Aynı heybetli kanatlar göze tekrar vuruyor.

      Aşar aşmaz eşiğinden bu musanna’ bâbın,

      Şu yarım kubbe -ki pîrâyesidir mihrâbın-

      Çarpıyor çeşm-i temâşâya, asıl kubbe değil.

      Buna eş lâzım, evet, olmamak olmaz kâbil.

      Yoksa ihmâl edilir şey mi tenâzur burada?

      İşte tam ondaki eb’âda nazîr eb’âda,

      Semt-i re’sinde duran aynı da mâlik, hele bak!

      “Bu yarım kubbeler elbette açık durmayacak,

      Mutlaka birleşecektir” diye beş hatve kadar

      Atıverdin mi, görür kubbeyi hayretle nazar…

      Ki dayanmış sanacaksın o yarım kubbelere,

      Ama pek doğru değil… Karşıki dört yekpâre

      Gıranittir taşıyan başları üstünde onu,

      Kahramanlar ki, asırlar bükemez bir kolunu!

      Mâ’bedin şimdiki târîfe bakarsak, az çok:

      Müstatîl olması îcâb edecek. Öyle mi? Yok!

      Şu, sütunlar ana dîvârına bağlanmak için,

      Ara yerlerden atılmış müteaddit kemerin

      Konarak sırtına şâhin gibi durmakta olan

      Kubbeler yok mu ya? Onlar buna vermez meydan.

      Nerden îcâb ediyor sonra bu âvâre zehâb?

      O kadar ince tutulmuş ki tenâzurda hesâb:

      Hâricen kubbenin üstünden inen hatt-ı mümâs:

      Ediyor her iki cânibde tamâmiyle temâs,

      Tarafeynindeki san’atlı yarım kubbelere.

      Artık ey sevgili kâri', gel otur orta yere,

      Cephe dîvârına bak, camlara bak, minbere bak!

      Sonra mihrâb ile mahfillere, kürsîlere bak.

      İşte her cephede, her yerde demâdem görünen,

      Lâkin esrâra bürünmüş gibi mübhem görünen,

      Seni bîtâb-ı telâkkî bırakan âyâtın,

      Kalarak mülhem-i âvâresi hissiyyâtın,

      Dalgalansın da, denizler gibi, kalbinde celâl;

      Görmesin dîdelerin reng-i sivâ, reng-i zılâl!449

      Vecde gel, vahdete dal, âlem-i kesretten uzak…450

      Yalınız Sâni’i gör, san'atı, masnûu bırak!451

      Ben de bir yer bularak şöylece tenhâ dalayım.

      Varlığımdan geçeyim, mahv-ı temâşâ kalayım!452

      Mâbedin cephe cidârındaki loş pencereler,

      Güneşin sırtına bir ince tül atmış, esmer,

      Mütemâdî sağıyor dâhile bir gölgeli nûr.

      O inen perde-i seyyâl arasından manzûr,453

      Koca bir mahşer-i îmân ki ezelden medhûş…454

      Sîneler vecd ile pür-cûş, dudaklar hâmûş!

      Diz çöküp mermerin üstünde yalın kat hasıra,

      Bekliyor hepsi münâcâtı: Onun şimdi sıra.

      Esiyor cevv-i mehîbinde bu vahdet-zârın,455

      Ebedî nefha-i rahmet ki, o binlerce yığın,456

      Gölge şeklindeki eşbâha taayyün veriyor:457

      Tepeden tırnağa zerrât-ı vücûd ürperiyor.458

      İnliyor nâle-i gayret der ü dîvârından,

      Dâr duydukça gelen sayhayı deyyârından.459

      Rûhlar yanmada bî-tâb-ı tecellî kalarak,460

      Dîdeler nâ-mütenâhî, ebedî müstağrak.

      Âkıbet, başladı mahfilde hazin bir feryâd;

      Yeniden coştu eninlerle o bî-hûş eb'âd.

      Bir de baktım ki: O saftan uzanmış kollar,

      Varacak sanki yarıp boşluğu Mevlâ'ya kadar!

      Şimdi üç bin kişinin sîne-i mâsûmundan

      Kopan «âmîn» sadâsıyle icâbet-lerzan!

      Sonra, bir okşanarak titreyen ellerle cibâh,461

      Döndü kürsîye o âvâre cemâat nâgâh.

      Kimdi kürsîdeki? Bir bilmediğim pîr ammâ,462

      Hiç de bîgâne değil kalbe o câzib sîmâ.

      Bembeyaz lihye-i pâkiyle, beyaz destârı,463

      O mehib alnı, o pek mûnis olan dîdârı,

      Her taraftan kuşatıp, bedri saran hâle gibi,

      Ne şehâmet, ne melâhat veriyor, yâ Rabbi!

      Hele gözler iki mihrâk-ı semâvîdir ki:

      Bir şuâiyle alevlendiriyor idrâki.

      Âh o gözlerden inen huzme-i nûrâ-nûrun,464

      Bağlı her târ-ı füsunkârına bin rûh-i zebun!465

      – Beni kürsîde görüp, va'zedecek sanmayınız;

      Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız!

      Dînin ahkâmını

Скачать книгу


<p>449</p>

Sivâ: Allahtan başkası; Zılâl: Gölgeler.

<p>450</p>

Âlem-i kesret: Çokluk âlemi.

<p>451</p>

Sâni: Yaratan; Masnu': Yaratılan.

<p>452</p>

Mahv-ı temaşa: Temaşa içinde, seyir içinde kendinden geçmek.

<p>453</p>

Perde-i seyyal: Seyyal, su gibi akıcı bir perde.

<p>454</p>

Mahşer-i iman: îman mahşeri, bir mahşer ki orada yalnız imanlar toplanmış.

<p>455</p>

Vahdet-zâr: Birlik âlemi.

<p>456</p>

Nefha-i rahmet: Rahmet nefesi.

<p>457</p>

Taayyün veriyor: Şekil ve suret veriyor.

<p>458</p>

Zerrat-ı vücut: Vücudun zerreleri.

<p>459</p>

Deyyâr: Evin içinde oturan; dâr: Ev.

<p>460</p>

Bitâb-ı tecelli: Tecelliden bitap, yorgun kalan.

<p>461</p>

Cibâh: Cepheler, alınlar.

<p>462</p>

1928 baskısındaki bir matbaa hatası yüzünden, bu mısradaki «bilmediğim» kelimesi, «bildiğim» veya «bildiğimizi şeklinde, yanlış olarak yeni harfli 9. baskıya kadar devâm etmiştir.

<p>463</p>

Lihye-i pak: Tertemiz sakal.

<p>464</p>

Huzme: Demet.

<p>465</p>

Târ: Tel.