Скачать книгу

öğreneceğim. Sırayla imkân buldukça müziğe başka başka güzelliklere yelken açacağım. Ne yapmak istiyorsam elimden geldiğince yapacağım. Bir eş, bir baba, bir vatandaş, bir öğrenci olarak ne yapabiliyorsam inanarak, bir gelişim sürecinde yoluma, yürüyüşüme devam edeceğim.

      Evet, dünyamın en yetenekli insanı benim. Benden daha aşağıda daha yeteneksiz birisi yok ki. Bu yürüyüş kendimle, kendime doğru. Ressam, yazar, bilim adamı olacağım. Olmak için yürümeye devam edeceğim. Hepsinden bir parçayım zaten şimdi. Çünkü hepsinin içinde yol alıyorum. Ferid Muhiç haklı: Tek başıma yarışıyorum. Birinci oluyorum.

      Ben kendime inanmadıktan sonra hayallerim neden inansın bana. Dışarıda büyük insanlar, büyük yazar ve şairler, büyük ressamlar var elbet. Ama dışarıda. Benim dünyamda ben büyük olmazsam büyük olur başka şeyler. Eskiden olduğu gibi, korkular, pişmanlıklar, acabalar, sorular sorular.

      Yunus Emre der ki, “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden geçer.”

      Büyük kitleler birilerini büyük yapar. Acaba nasıl yaptılar der. Yürümüş gitmiş işte. Kiminin zekâsı, kiminin yeteneği, kiminin bilmem hangi özelliği bahane bence. Bütün bebekler için üstün zekâlı ya da bilmem hangi özelliği var diye ayrım yapıyor muyuz? Hepsi de en zor şeyleri başarıyorlar. Yürümeyi öğreniyorlar. Hepsi ama hepsi de bir yabancı dil öğreniyor. Kimin hangi ülkede doğacağı belli mi? Yürümüyorlar onlar hatta. Sürüne sürüne emekleye emekleye, eğlenerek, avazları çıktığı kadar ağlayarak ama asla vazgeçmeden devam ederek başarıyorlar. Bir insan bunlara şahit olup da bir yürüyüşe başlamıyorsa, inanamıyorsa, şu hayatta kaybedilecek en önemli şeyi kaybetmiştir sanırım. Yoksa yanılıyor muyum?

      (Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)

      YIKILAN DUVARLAR

      Birileri vardı etrafımda. Evimde, sokağımda, ülkemde ve dünyamda. Birileri vardı, canlı cansız bir yaşam vardı bir de ben vardım. Zaman içinde ile yol alırken, yıkılmaz sandığım duvarlar ördüm etrafıma. Kendimin dışında ne varsa ve ne oluyorsa benden ayrıydı. İçimde yaşadıklarımla, düşünce ve duygularım ile dokunulmazdım. Bir duruşum vardı. İnanışım. Bakışım, duyuşum, algılayışım, anlatışım bana aitti.

      Rüzgâr savururdu, insanlar kızardı, gülerdi. Geçip giderdi işte hayat. Bütün kozlarını sürerdi önüme de ben yine bildiğimden şaşmazdım.

      Ben iyilerden yanaydım. İyi şeyler yapmaya, iyi şeyler yazmaya çalışırdım. Çok aktif olamasam da hayatta, kendimce olumluydum, zarar vermeyen dokunuşlar yaptığıma inanırdım. Biraz fazla çekingendim. Çekinirdim, kaçardım çoğu şeyden. Söyleyeceklerimden korkardım; karşılığında olumsuz dönüşler olacak diye. Yaptığım her şeyi çekinerek yapardım. Olsun, iyi biriydim ve kimseye zararım yoktu ya bu da bana yeter derdim.

      Zamanla biraz daha cesaretlendim. Biraz daha sesim çıkmaya başladı ve biraz daha rahat hareket eder oldum. Değişmeyen tek şey yıkılmaz duvarlarımdı; inanışlarım, kendimi çevreden ayrı görüşüm, bildiklerime olan tutsaklığım, hayata, kendime ve insanlara bakış açım…

      Yıkıldı. Yerle bir oldu. Deli dolu esen rüzgârlar değil, bir bakış bir söz değildi, duvarları yıkan, delik deşik eden. Amansız bir hastalık, büyük bir mükâfat da değildi. Yeni doğan bir bebeğin ilk ağlayışıydı. Kalbimin tam orta yerinde bir doğuş ve ağlayış. O ağlayış içinde duvarları yerle bir eden bir duyuş, düşünce fırtınası. İçine nasıl düştüm? Nerden geldi bu ağlayış, nerden geldi bu duygu ve düşünceler? Önüne geçemediğim bu yenilgi nasıl oldu? Bildiğim şey, hazırlıksız ve aniden yakalandığımdı. Beni çok sarstığı idi.

      Bebek ağlıyor. Hangi mekânda, hangi zamanda ve kimlerin yanında. Önemi yok. İçimde ağlıyor. Ağlıyor ve konuşuyor:

      “İyiydim ben. Ekmeğe, havaya, güneşe ihtiyacım yoktu. Anne karnında ihtiyacım olan her şey vardı ama beni aldılar, yaşamın orta yerine koydular. Söyleyin bana, ben kimim? İsmimin ve cinsiyetimin ne önemi var? Ya bahar olacağım ya kış.

      Ben, kendisini doğuran anneyi sevenim, aynı zamanda ona en çok eziyet de edenim. Bütün insanlar bir anneden dünyaya gelir. Sonra da en çok zulme en çok aşağılanmaya maruz bırakılır. Ne büyük bir cehalet ve mantıksızlık. İkisi arasında gidip geleceğim. İşin içinde çok zarar vermek var bu dünyaya. Sevmek de var nefret etmek de tamam ama öldüren de benim, yuvalar yapan ama sonra yıkan da benim. İyilik eden ama sonra kazıklayan da benim. Dost oluyorum, dostu yarı yolda bırakıyorum ben.

      Anne karnında küçük, çok küçük bir hücre yeterken bana, şimdi koca bir dünya, evler, bağlar bahçeler hatta inanmazsınız ülkeler bile yetmiyor bana. Evet, evet gidiyorum başka ülkenin malına mülküne de göz koyuyorum. Kordon bağından içime akan nimet yeterken şimdi hiçbir sofra beni doyuramıyor.

      Ben insanım artık. Dönüşü olmayan bir yoldayım. Bir sevdaya, iyiliğe, şefkate, çiçek olup açmaya, derman olup iyileştirmeye gidecek olan benim. Allah’ın rızasını, merhametini, sevgisini, hoşnutluğunu kazanacak olan benim. İnsanın en büyük korkusu da benim. İsyankârım, cahil ve zalimim. Kendi türünün zarara uğraması, hastalanması, ölmesi, aç kalması, aşağılanması için bu kadar çabalayan aklı olan ama akılsız davranan da benim. Ben başkaları içine düşsün diye kuyu kazan sonra da açtığı kuyuya kendi düşen gafilim.

      Ben ağlamayayım, hıçkıra hıçkıra ağlamayayım da kim ağlasın. Garanti edeniniz var mı, ben hangi tarafta olacağım? Yaşama ve insanlara yaralar açan mı, yaralar saran mı olacağım.”

      O bebeğin ağıdı susar mı içimde? Ben iyi taraftayım düşüncesiyle kendimi avutabilir miyim? Etrafıma duvar örmek istemiyorum artık. Ayrı değilim hiçbir şeyden. Bir yanım gündüz ise diğer yanım gece. Susmak ile olmaz. Yaralar sarmalıyım. Ben yapmıyorsam kardeşim yapıyor, acıtıyor dünyayı. Daha fazla bebek kurtarmalıyım. Işığımı arttırmalıyım. Karanlık azalmalı.

      Hiçbir bebeğin suçu değil, sonradan düştüğü durum. Bebekleri, doymayan, acımayan, yakan ve yıkan, zalim ve uslanmaz yapan insanın suçu, yaptığım ve yapamadığım şeylerin nedeniyle benim suçum.

      Ve bu döngü her gün yeni doğmuş bebeklerin kulağına fısıldanıyor. Bütün güçleriyle ağlıyor bebekler yine. Sanık sandalyelerinden birinde de ben oturuyorum.

      Cengiz Aymatov’un 1997 yılının yazında, Ötüken Yayınevi tarafından yayımlanan “Kassandra Damgası” adlı romanında: ‘Araştırmalar için uzayda kalan Filoley, uzay istasyonunda yapmış olduğu çalışmalar sonucu tüm insanlığın geleceğini etkileyecek büyük bir buluşa imzasını atar. Uzay rahibi Filoley, anne karnında henüz daha embriyon halindeyken, insanların yaşanılmaz bir yer haline getirdikleri dünyaya gelmeyi reddeden embriyoların varlığını keşfeder. Bu embriyonlar, kendilerini bekleyen kötü hayat şartlarıyla karşılaşmamak için doğuma karşı olumsuz tepki göstermektedirler. Bunun sonucu olarak da, kendilerini doğuracak olan kadına bir işaret göndermektedirler. Filoley, bu embriyonlara “Kassandra Embriyonu” ve bu embriyonların bir işareti olarak hamile annenin alnında beliren küçük beneklere de “Kassandra Damgası” ismini verir.’

      Cengiz Aymatov’un romanındaki gibi, embriyonlar yarın böyle bir dünyaya gelmek istemedikleri mesajını bize iletmenin bir yolunu bulsalar, dünyamızın bu mesaja cevabı ne olurdu, merak ediyorum.

      (Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)

      VEDALAR VAKİTSİZDİR

      Bir gün gözlerimin ta içine bak:

      Anlarsın

Скачать книгу