Скачать книгу

mucize ateş suyuyla ilgilendiler. Madem elinde daha keskin bir madde var. Bu hayal ilacıyla her şeyi yapabiliriz!”

      Hayyam, Sabbah’ın sınır tanımayan hırsını daha makul bir yöne çevirmek için beyhude uğraştı.

      “Bilimde hiç olmazsa gelecek nesillere bilinmezlerle giden yolda bir katkı sağlamak ihtimali var. Kuru siyasette o da yok. Sonunda alacağın boş bir nefestir!” dedi.

      “Niye Nizam için değil de benim için böyle bu kural?”

      “Nizam, Selçuklular henüz küçük bir beylikken başlamış işe. Sabretmiş ömrü boyunca. Melik ile Nizam’a müdara edip biraz sabredersen sana da mansıp verirler. Lakin kuru kibiri terk edecek olsan adeta canın çıkar!”

      “Benim can düşmanımdır gayrı onlar!”

      “Cihan hükümdarına böyle demek akıl kârı mı? Bu zahmetli işe değer mi?” dedi Hayyam. Nizam’ın inadı inattı. Hayyam artık tartışmıyor, nasihat ediyordu.

      “Dün gece” dedi Hayyam. “Seni farklı bir biçimde ağırladım. Yaşadığın tatsız olayları unutup yeni bir hayata başlamanı istedim. Sultanların bile tatmadığı bir müzik ve raks ziyafeti çektim sana. Hayatın böyle bir tadı da var demek istedim. Manevi lezzetlere de yönelebilirsin. Siyasetsiz de kâm alınabilir dünyadan. Hele senin mevcut durumda siyasette hiç şansın yok! Bırak bu kuru kavgayı. Gel kendine kıyma! Bir yiğit kırk yılda hasıl olur, seni anan bir daha doğurmaz. Başın kesilirse yonca değildir, bir daha bitmez.”

      Hayyam’ın ilmi cömertliği, bazı meselelerin çözümünü sonraki nesillere bırakan özverisi Sabbah’ta yoktu. İçinde bulunduğu duruma bakmadan, tarihte eşi görülmemiş çok boyutlu bir iktidardı onun biricik isteği…

      Hayyam’ın gayretleri tam tersi bir sonuç doğuruyor, Sabbah’ın sivri fikirleri büsbütün sivrilip keskin bir hançer gibi mevcut gerçeklere meydan okuyordu.

      Soğuk bir biçimde vedalaştılar. Sabbah, Hayyam’ı ikna edememenin öfkesiyle ayrılırken, bakışlarında Hayyam’a acıyan bir ifade vardı. Hayyam’ın yüzündeki de farklı nedenlerden doğan benzer bir ifadeydi.

      VII

      “Yarım somunun var mı, bir ufak da evin?

      Kimsenin kulu-kölesi değil misin?

      Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya?

      Keyfine bak! En hoş dünyası olan sensin.”

      Hayyam, sonraki birkaç gün içinde kendini, üzerinde çalıştığı yıldız haritalarına ve öz icadı olan üç bilinmeyenli denklemlerin çözüm yasalarını geliştirmeye verdi. İçinde tarif edemediği bir sıkıntı vardı.

      Evine hırsız girip kitaplarını, risalelerini ve özellikle hayaller ilacının formülünü çalınca bu sıkıntı daha da arttı. Aynı ilacı yine yapabilir, yine formüle edebilirdi. Fakat hayaller ilacı kimbilir hangi ellerde, hangi amaca hizmet edecekti? Bunu düşünmek bile istemiyordu.

      Üç gün sonra Selçuklu Sultanı Melikşah’ın özel habercisi gelip saraya davet edildiğini söyledi. Haberci, ziyaretin gizli yapılmasına refakat edecekti. Hayyam telaşlandı. Neden Melikşah? Neden tam da bu zamanda? O meçhul yüzbaşı zaten garip bir biçimde sabaha karşı kaçar gibi çıkmıştı evden. Sılahan’ın yüzüne umutla baktı.

      “Sana söylemiştim!” dedi Sıla. Zihninden geçenleri okumuş gibi.

      “O yüzbaşı, Sultan Melikşah’tı!”

      Özel ulakla birlikte önce İsfahan Bedestanı’ndaki küçük bir kumaş dükkanının arka bölümünde yüzlerini de örten uzun siyah kadın giysileri giyen Hayyam ve Sılahan, oradan kapalı bir arabayla sarayın ahırlarına girip, sarayın gizli geçitlerine ulaştılar.

      Hiç durdurulmadan dosdoğru vezirlerin, danışmanların tartıştığı ünlü Divan-ı Âlâ’nın arkasındaki Sultan’ın dinlenme odasına girdiler. Buraya yalnızca sultan girer, diğerleri, kudretli vezir Nizamülmülk bile içeri girmeye çekinirdi. Sultan’ın özel konukları burada kafeslerin olduğu özel bölmelerden Divan-ı Âlâ’daki görüşmeleri dinlerlerdi.

      Hayyam ve Sılahan ne yapacaklarını şaşırdılar. Sultanın huzuruna çıkanların diz üstü yürüdüklerini biliyorlardı. Burası da huzur sayılırdı. Sultan belki de bölmelerden birindeydi. Sılahan önde, Hayyam arkada, diz üstü yürüyerek ortaya kadar geldiler. Sonra biraz geride durmanın uygun olacağını düşünüp diz üstü adımlarla geriye yürüdüler. Hayyam, alışkın olmadığı örtüler içinde bunalmıştı. Kendini maskara gibi hissediyordu. Her perdenin arkasında bir cellat, sırıtkan bir soytarı varmış gibi geliyordu Hayyam’a. Yüzündeki peçeyi araladı. Derin bir nefes aldı. Uzaklardan gelen seslerden ürperiyordu. Bunun bir yanılma olduğunu bildiği halde korkuyordu. Bütün bu sancılar kendini Melikşah’a karşı suçlu hissetmesinden ileri geliyordu.

      Selçuklu Sultanı, ünlü Divan-ı Âlâ’da yüksek memurlarını ve danışmanlarını toplamış olmalıydı. Belki de ayrı heyetler yüksek yargı, askerlik, rençberlik, hazine ya da ticaret konularını görüşüyorlardı. Hayyam, gerek hazine hesapları gerekse arazi ölçümleri için bu heyetlerde zaman zaman bulunmuş, hatta dünyanın gördüğü en güzel yel değirmenlerini icat ederek hizmete sokmuştu.

      “Bize gelen yüzbaşı, sultanımız Melikşah ise ne yapacağız?” diye fısıldadı Hayyam, Sılahan’ın dizine dürterek.

      Uğultular yaklaştıkça şiddetini artıran kılıç şakırtıları ve kahkahalara dönüştü. “Al sana Melikşah!” “Karşıla Terken!” gibi nidalar işitildi. Melikşah ile Terken Hatun birlikte olmalıydılar. Hayyam bir umutla Sılahan’a döndü. Sılahan yüzünü ekşitti.

      “Dedim ama sen Terken Hatun’a bile söz esledün! Bilge olacaksın bir de!”

      Hayyam’ın hepten paçaları tutuştu.

      “Bilge olmak ahmak olmaya engel değil ki! Ne yapayım!”

      “Titreme yeter şimdilik!”

      “Dişlerim. Dişlerim titriyor sadece. Bak ellerim titremiyor. Ne yapacağız? Bu örtüyü niye giymemi istemiş olabilir? Neden kadın kılığına sokturdu beni?

      “Bilmem… Daha önce hiç böyle uygulama işitmemiştim. Sultanımız bilir ne yapacağını!”

      Hayyam cevap vermedi. Dilini tutamamıştı o gün. Bu gafletinin bedelinin ne olacağını merak ediyor, belirsizlik onu ürpertiyordu.

      Vazgeçilmez olmadığını biliyordu. Bağdat, İsfahan, Rey, Merv, Belh, Musul gibi Selçuklu şehirlerinde bulunan Nizamiye medreselerinden binlerce kişi mezun oluyordu. Hayyam kadar olmasa da devletin işini görecek hesap ve hendese bilen mühendisler pek çoktu.

      Terken Hatun, kılıç oyununda Melikşah’ı kabul salonuna kadar püskürtmüş olmalıydı. Melikşah soluk soluğa “Bes Terken!” dedi. Terken Hatun kafasını uzatarak bu tuhaf konuklara baktı ve çekildi. Melikşah bu kadar soluklandığına göre Terken zorlu bir silahşördü. Melikşah kısa bir süre sonra, tahtın arkasında kafesler içindeki bölümü gösterdi.

      “Hoşgeldiniz. Buyurun şöyle halvet otağına gelin.”

      Dizlerinin üstünde kımıl kımıl bir yürüyüş başladı. Melikşah sertçe haykırdı.

      “ Kalkabilirsiniz. Bu diz üstü kuralını ben koymadım. Ezelden böyledir.”

      ‘Ben söylerim ama siz tedbiri elden bırakmayın’ demek ister gibi geldi Hayyam’a bu sözler.

      “Siz oturmadan oturmam. Ben sizin kulunuzum.” dedi.

      Melikşah’ın

Скачать книгу