Скачать книгу

vardı. Hammett’in prototipinin örneğini izleyen Bowen, işinde mutlaka iyiydi, meslektaşları ona hayrandılar, para sorunu yoktu, mutlu bir evliliği vardı filan. Ya da sıradan bir gözlemciye böyle görünüyordu, ama benim anlattığım şekliyle hikâyemin başlangıcında Bowen bir süredir huzursuzdu. İşinden sıkılmıştı (bunu açıkça söylemeye yanaşmasa da), beş yıldır Eva’yla görece sağlam ve huzurlu bir birliktelik yürüttükten sonra evliliği tıkanma noktasına gelmişti (bu gerçekle yüzleşmeye de cesareti olmamıştı). Tomurcuklanan hoşnutsuzluğu üzerinde kafa yormak yerine Nick boş zamanlarını Tribeca’nın Desbrosses Sokağı’ndaki bir tamirhanede geçirmekte, evliliğinin üçüncü yılında satın aldığı ve şimdi bozuk olan Jaguar’ın motorunu yeniden adam etme konusundaki uzun vadeli projeyle meşgul olmaktadır. New York’un saygın bir yayınevinde üst düzeyde genç bir editördür ama aslında elleriyle çalışmaktan hoşlanmaktadır.

      Hikâyenin başında, Bowen’ın masasında bir roman dosyası durmaktadır. Kehanet Gecesi gibi anlamlı bir ad taşıyan bu kısa romanın yazarı sözümona Sylvia Maxwell’dir, yirmili-otuzlu yılların sevilen bir romancısı olan bu kadın öleli neredeyse yirmi yıl olmuştur. Dosyayı gönderen ajans, bu kayıp romanın, Maxwell’in Jeremy Scott adında bir İngiliz’le Fransa’ya kaçtığı 1927 yılında tamamlandığını söylemiştir. Scott, dönemin sıradan bir sanatçısıdır, daha sonra İngiliz ve Amerikan filmlerinde dekor tasarımcısı olarak çalışmıştır. İkisi arasındaki ilişki on sekiz ay sürmüş, bitince de Sylvia Maxwell, romanını Scott’un yanında bırakarak New York’a dönmüştür. Scott romanı ölene kadar saklamış, hikâyemin başlamasından birkaç ay önce seksen yedi yaşında öldüğü zaman vasiyetinde, dosyayı Maxwell’in torunu olan Rosa Leightman adında genç bir Amerikalı kadına bıraktığına ilişkin bir madde olduğu görülmüştür. Ajansa romanı gönderen bu kadındır, başka kimse okumadan romanın Nick Bowen’a gönderilmesi konusunda kesin talimat veren de odur.

      Paket bir cuma günü akşamüzeri ulaşır Nick’in masasına, Nick birkaç dakika önce hafta sonu tatiline çıkmıştır. Pazartesi sabahı işe geldiğinde dosya masasının üzerinde durmaktadır. Nick, Sylvia Maxwell’in öteki romanlarını hayranlıkla okumuştur, bu yüzden buna başlamak için can atar. Ancak daha ilk sayfayı çevirdiğinde telefonu çalar. Asistanı, Rosa Leightman’ın resepsiyonda olduğunu, kendisini birkaç dakikalığına görmek istediğini bildirir. İçeri gönder, der Nick ve romanın başlangıç cümlelerini (Savaş bitmek üzereydi, ama biz bunu bilmiyorduk. Hiçbir şey bilemeyecek kadar küçüktük, savaş her yerde olduğundan bilemezdik de…) henüz okuyamadan Sylvia Maxwell’in torunu kapıdan içeri girer. Üzerinde çok sade bir elbise vardır, neredeyse makyajsızdır, kısa kesilmiş saçları günün modasına uygun değildir, ama Nick onun yüzünü o kadar güzel, insanın içini acıtacak kadar genç ve savunmasız bulur, umudun ve katıksız insan enerjisinin simgesi olarak (birden düşünmüştür bunu) görür ki bir an soluksuz kalır. Ben de Grace’i ilk gördüğümde böyle olmuştum, beynime yediğim darbe beni hareketsiz bırakmıştı, soluk alamıyordum, bu yüzden bu duyguları Nick Bowen’a aktarmak ve öteki hikâyenin koşulları içinde hayal etmek hiç de güç gelmedi bana. Durumu daha da kolaylaştırmak için Rosa Leightman’a Grace’in bedenini vermeye karar verdim; dizindeki çocukluktan kalma yara izinden hafifçe yamuk sol kesici dişine ve çenesinin sağ tarafındaki lekeye kadar en küçük, en ince özelliklerini aktardım ona.[3]

      Bowen’ı ise, özellikle kendime benzemeyen biri olarak yarattım, benim zıddımdı. Ben uzun boyluyum, bu yüzden Bowen’ı kısa boylu yaptım. Benim saçlarım kızılımsıdır, onunkilerse koyu kahve oldu. Ayakkabı numaram kırk beştir, Bowen’ınki kırk oldu. Onu bildiğim birine benzetmedim (en azından bilerek yapmadım bunu), ama onu zihnimde oluşturmayı tamamlayınca şaşırtıcı derecede gerçek göründü gözüme, neredeyse görebilecek gibiydim onu, sanki odaya girmiş ve yanıma gelmişti, elini omzuma koymuş masaya bakıyordu, yazdığım sözcükleri okuyordu… kendisine kalemimle hayat vermemi izliyordu.

      Nick sonunda Rosa’ya oturmasını işaret eder, Rosa masanın karşı tarafındaki bir koltuğa oturur. Uzun bir süre duraksarlar. Nick yeniden soluk almaya başlamıştır, ama aklına söyleyecek hiçbir şey gelmez. Sessizliği bozan Rosa olur, hafta sonunda kitabı okuyup okumadığını sorar Nick’e. Hayır, der Nick, çok geç ulaşmış büroya. Benim elime ancak bu sabah geçti.

      Rosa ferahlamış gibidir. Çok iyi, der, bu romanın bir kandırmaca olduğunu, büyükannem tarafından yazılmadığını söylüyorlar. Ben de emin olamadım, özgün elyazmasını incelesin diye bir elyazısı uzmanı tuttum. Raporu cumartesi günü geldi, müsveddenin gerçek olduğunu söylüyor. Bilin diye anlatıyorum bunu. Kehanet Gecesi’nin yazarı Sylvia Maxwell’dir.

      Kitap hoşunuza gitti galiba, der Nick; Rosa da evet der, çok etkiledi beni. 1927’de yazıldıysa, der Nick, Yanan Ev ve Kurtuluş’tan sonra olmalı, ama Ağaçlı Manzara’dan öncedir, böylece bu onun üçüncü romanı oluyor. O sırada otuz yaşında bile değildi, değil mi?

      Yirmi sekizdi, der Rosa. Şimdi benim olduğum yaşta.

      On beş-yirmi dakika daha konuşurlar. Nick’in o sabah yapacak yüzlerce işi vardır, ama bir türlü kıza gitmesini söylemek gelmez içinden. Bu kızın öyle bir içtenlikli, aklı başında, dürüst hali vardır ki, Nick onu biraz daha seyredip varlığını dolu dolu özümsemek ister. Kız olağanüstü güzeldir, Nick buna karar verir, özellikle de kendisi güzelliğinin ve başkalarının üzerinde bıraktığı etkinin kesinlikle farkında olmadığı için. Önemli bir şey konuşmazlar. Nick, Rosa’nın, Sylvia Maxwell’in büyük oğlunun kızı olduğunu öğrenir (Maxwell’in tiyatro yönetmeni Stuart Leightman’la yaptığı ikinci evliliğinin meyvesidir bu oğul), Chicago’da doğup büyüdüğünü de. Nick ona, bu kitabın neden önce kendisine gönderilmesinde ısrar ettiğini sorduğunda kız ona yayıncılıktan hiç anlamadığını, ama yaşayan yazarlar içinde en çok Alice Lazarre’ı sevdiğini, Nick’in o yazarın editörü olduğunu öğrendiğinde büyükannesinin kitabını teslim edeceği kişinin o olduğuna karar verdiğini söyler. Nick gülümser. Alice’in hoşuna gidecek bu, der; birkaç dakika sonra Rosa gitmek üzere ayağa kalktığında, Nick bürosundaki raflardan birinden birkaç kitap alıp Rosa’ya verir, Alice Lazarre’ın kitaplarının ilk baskılarıdır bunlar. Kehanet Gecesi umarım sizi hayal kırıklığına uğratmaz, der Rosa. Niye uğratsın ki, der Nick, Sylvia Maxwell birinci sınıf bir romancıydı. Eh, der Rosa, bu kitap ötekilerden farklı. Hangi bakımdan, diye sorar Nick. Bilmiyorum, der Rosa, her bakımdan. Okuduğunuzda kendiniz göreceksiniz.

      Başka şeylere de karar vermem gerekiyordu kuşkusuz, bulup ortaya çıkarmam ve o sahneye eklemem gereken bir dizi önemli ayrıntı vardı, anlatımı doldurması, inandırıcılık katması, safra oluşturması için. Örneğin Rosa ne kadar zamandır New York’ta yaşıyordu? Orada ne yapıyordu? İşi var mıydı, varsa işini önemsiyor muydu, yoksa bu iş kirasını ödemesine yarayan bir araç olmaktan öteye gitmiyor muydu? Aşk hayatı ne durumdaydı? Bekâr mıydı, evli mi, biriyle ilişkisi var mıydı yok muydu, av peşinde miydi, yoksa doğru insanın karşısına çıkmasını sabırla bekliyor muydu? İçimden önce Rosa’yı fotoğrafçı yapmak geldi ya da belki filmlerde editör yardımcısı, Grace’in işinde olduğu gibi sözcüklere değil de imgelere bağlı bir işi olabilirdi. Kesinlikle bekâr, hiç evlenmemiş olmalıydı, ama belki biriyle ilişkisi olabilirdi; en iyisi uzun ve üzücü bir ilişkiyi yeni bitirmiş olabilirdi. Şimdilik ne bu sorulardan birinin ne de Nick’in karısıyla ilgili benzer soruların üzerinde oyalanmak istiyordum: meslek, aile geçmişi, müzik zevki, kitap zevki filan. Hikâyeyi henüz yazmıyordum, kaba hatlarıyla kurgunun taslağını yapıyordum, ikincil ayrıntıların içine gömülmem doğru olmayacaktı. Böyle yaparsam durup düşünmek

Скачать книгу


<p>3</p>

Grace’le de bir yayınevinin bürosunda tanışmıştım, bu da Bowen’a neden o mesleği uygun gördüğümü açıklayabilir. 1979 Ocak’ıydı, ikinci romanımı bitireli çok olmamıştı. İlk romanımı ve ondan önce hazırladığım bir öykü kitabını San Francisco’daki küçük bir yayınevi yayınlamıştı ama artık New York’taki daha büyük ve daha ticari bir yayınevine geçmiştim, Holst&McDermott’a. Onlarla sözleşme imzaladıktan iki hafta kadar sonra editörümle görüşmek üzere bürolarına gittim ve konuşmanın bir yerinde kapak konusunda düşünceler tartışılmaya başlandı. İşte o sırada Betty Stolowitz masasının üzerindeki telefonu eline alıp “Grace’i çağıralım da ne düşündüğünü öğrenelim, ne dersin?” dedi. Grace’in Holst&McDermott’un sanat bölümünde çalıştığını öğrendim,

Hayali Erkek Kardeşle Birlikte Otoportre

’nin kılıfının tasarımını hazırlamakla görevlendirilmişti; kaprisler, gündüz düşleri ve acılı karabasanları konu alan küçük kitabımın adı buydu.

Betty ile üç-dört dakika daha konuştuk, sonra Grace Tebbetts içeri girdi. Bizimle on beş dakika kadar kaldı, yanımızdan ayrılıp odasına döndüğünde ben ona âşık olmuştum bile. Böylesine ani, böylesine kesin ve böylesine beklenmedikti. Bu tür şeyleri romanlarda okumuştum, ama yazarların hep ilk bakışmanın gücünü abarttıklarını sanmıştım, insanların dilinden düşmeyen ve erkeğin sevdiği kadının gözlerine ilk kez baktığı, o ânın gücünü. Benim gibi doğuştan karamsar biri için tamamıyla şaşırtıcı bir deneyimdi bu. Sanki ahir zaman ozanlarının dünyasına fırlatılmıştım da La Vita Nova’nın birinci bölümünün bir parçasını yaşıyordum (…düşüncelerimdeki muhteşem kadın karşıma ilk çıktığında…), binlerce unutulmuş aşk sonesinin eskimiş dizelerindeki kişi bendim sanki. Yanıyordum. Özlemle yanıp tutuşuyordum. Bitkindim. Dilim tutulmuştu. Ve bütün bunlar olabilecek en ruhsuz yerde gelmişti başıma, yirminci yüzyılın sonlarının havasını taşıyan bir Amerikan bürosunun sert floresan ışıkları altında, insanın hayatının aşkına rastlamayı hiç ummayacağı bir yerde.

Böyle bir olayın açıklaması olamaz, neden şuna değil de buna âşık olduğumuzu açıklayacak nesnel bir gerekçe yoktur. Grace hoş bir kadındı, ama ilk karşılaşmamızın o ilk birkaç, allak bullak edici saniyesinde bile, Grace’in elini sıkıp onun Betty’nin masasının yanındaki koltuğa oturuşunu izlerken bile, aşırı güzel olmadığını görebilmiştim, kusursuzluklarının pırıltısıyla gözünüzü alan şu film yıldızı tanrıçalardan değildi. Kuşkusuz çekiciydi, çarpıcıydı, göze çok hoş görünüyordu (bu sözcükleri istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz), ama benim üzerimde ne kadar güçlü bir çekim gücü olursa olsun bunun salt fiziksel bir çekim olmadığını biliyordum, görmeye başladığım düşün bir anlık bir arzudan doğan hayvansal bir dürtü olmadığını da. Grace’i zeki bulmuştum, ama toplantı uzadıkça ve kitabın kapağıyla ilgili düşüncelerini açıklamasını dinledikçe Grace’in düşüncelerini son derece açıkça ifade edebilen biri olmadığını gördüm (iki fikir arasında sık sık duraklıyordu, küçük, işlevsel sözcüklerle yetiniyordu, soyutlama yeteneğine sahip olmadığını sanıyordum), o öğle sonrasında söylediği hiçbir şey özellikle parlak ya da unutulmaz değildi. Kitabım hakkında üç-beş gönül alıcı söz ettiyse de benimle ilgilendiğini gösterecek en ufak bir ipucu vermedi.Bense işkenceler içindeydim, yanıp tutuşuyor, özlem çekiyordum, aşkın pençesine düşmüş bir adamdım.

Bir yetmiş üç boyunda, altmış kilo ağırlığındaydı. Zarif bir boynu, uzun kolları ve uzun parmakları vardı, teni beyazdı, saçlarıysa kısa ve kirli sarıydı. Sonradan farkına vardığım gibi bu saçlar, Küçük Prens’teki kahramanın saçlarına benziyordu –sağa sola fışkıran kâh düz kâh bukleli saçlar– ve belki de bu ilinti, Grace’in çevresine yaydığı çifte cinsiyetli aurayı pekiştiriyordu. O öğle sonrasında üzerinde olan erkeksi giysilerin de bu imajın oluşmasında payı vardı kuşkusuz: siyah kot pantolon, beyaz bir tişört ve açık mavi keten ceket. Yanımıza geldikten beş dakika sonra ceketini çıkarmış ve iskemlesinin arkalığına asmıştı; kollarını, o uzun, pürüzsüz, olağanüstü kadınsı kollarını gördüğümde onlara dokunana, ellerimi bedenine koyma ve çıplak teninde dolaştırma hakkını elde edene kadar huzur bulmayacağımı anlamıştım.

Ama ben Grace’in bedeninden daha derine inmek istiyorum, onun fiziksel varlığının rastlantısal olgularından daha derine. Bedenlerin önemi vardır elbette, kabul etmek istediğimizden de daha önemlidirler, ancak bedenlere âşık olmayız biz, birbirimize âşık oluruz ve varlığımızın büyük kısmı et ve kemikse böyle olmayan pek çok yanımız da vardır. Bunu hepimiz biliriz ama yüzeysel niteliklerin ve görünümlerin oluşturduğu listenin ötesine geçer geçmez kelimelerimiz tükenir, paramparça olup gizemli karmaşalarda ve bulanık, önemsiz metaforlarda dağılırlar. Bazıları buna varolmanın alevi der. Kimileriyse içteki kıvılcım ya da kişiliğin iç ışığı der. Özün yangını diyenler de vardır. Bu deyimler hep sıcak ve aydınlatma imgelerinden yararlanmaktadır ve bu güç, bazen ruh diye adlandırdığımız bu hayatın özü, bir başka insana gözlerimiz yoluyla iletilir. Elbette bu noktada ısrar eden şairler haklıydılar. Arzunun gizemi, sevgilinin gözlerine bakınca başlar, çünkü ancak orada o kişinin kim olduğuna ilişkin bir ışık yakalarız.

Grace’in gözleri maviydi. Yer yer kahverengi, çoğunlukla gri benekli koyu maviydi, belki ela pırıltılar da vardı. Kolay anlaşılmayan gözlerdi onunkiler, belli bir anda üzerine düşen ışığın yoğunluğuna ve rengine göre renk değiştirirlerdi; onu Betty’nin bürosunda ilk gördüğüm gün, çevresine böylesine huzur ve dinginlik yayan bir başka kadınla tanışmadığımı düşünmüştüm, o sırada yirmi yedisinde bile olmayan Grace sanki hepimizden çok daha yüce bir mevcudiyet kazanmıştı. Gizemli bir havası olduğunu ya da azizeler gibi bir tenezzül ya da kayıtsızlık bulutu içinde, bulunduğu ortamın üstünde süzüldüğünü söylemek istemiyorum. Tam tersine, görüşmemiz süresince oldukça hareketliydi, kolayca gülüyordu, gülümsüyordu, uygun sözcükleri kullanıyor, uygun el-kol hareketleri yapıyordu, ancak Betty ile benim ona önerdiğimiz fikirlerle profesyonelce ilgilenmesinin altında herhangi bir iç mücadele yatmadığını şaşırarak seziyordum; zihinsel dengesi, onu modern yaşamın bildik çelişkilerinin ve saldırganlıklarının –kendinden kuşku, kıskançlık, alaycılık, başkalarını yargılama ya da küçümseme ihtiyacı, kişisel hırsın yakıcı, dayanılmaz sancısı– dışında tutar gibiydi. Grace gençti, ama ruhu yaşlıydı ve yıpranmıştı, o ilk gün onunla Holst&McDermott’un bürosunda otururken ve gözlerine bakıp incecik, kıvrımlı bedeninin hatlarını incelerken, onu sarıp sarmalayan dinginlik duygusuna, içinde yanan ışıl ışıl sessizliğe âşık oldum.