Скачать книгу

zaafıdır, bu da bağışlanabilir diye düşündüm. Yetmiş Birincinin Birincisi ortaya çıktı. Kardeşlerim, onun hakkında yazılı hükmü yerine getirin! Tanrı’nın bütün azizleri böyle bir şeref kazanmıştır.”

      Bu son cümle üzerine bütün cemaat hacı asalarını kaldırarak üzerime yürüdü. Benim ise savunacak hiçbir silahım yoktu, onun için en yakınımda bulunan, üstelik en canavarca bana saldıran Joseph’in sopasını almaya çalıştım. Karışıklık arasında, sopalar birbiriyle çarpıştı, benim başıma yöneltilmiş sopaların başkalarınınkilere indiğini gördüm. Kilisenin içi, karşılıklı vuruşmalarla inildiyordu. Herkesin eli en yakın komşusunun yakasındaydı. Branderham de boş durmamak için olanca gücüyle kürsüyü yumruklayıp ortalığı gümbürdetiyordu, öyle ki sonunda uyanıp derin bir oh çekmeme de bu gürültü sebep oldu.

      Bu gürültüyü koparan neydi, kavgada Jabez’in rolünü kim oynamıştı? Sadece pencereme değen bir köknar dalı! Rüzgâr uğuldayarak estikçe ağacın kuru kozaları da cama vuruyordu.

      Bir süre kuşku içinde dinledim; gürültünün sebebini anladıktan sonra öbür yanıma dönüp uykuya dalmış, gene rüya görmeye başlamıştım; hem de birincisinden daha kötü bir rüya.

      Bu defa da meşe dolabın içinde yattığımı hatırlıyorum. Rüzgârın uğultusunu, karların savruluşunu, köknarın o aldatıcı vuruşunu da duyuyor; bu gürültünün sebebini de uyanıkmışım gibi biliyordum. Fakat bu patırtı beni o kadar rahatsız ediyordu ki mümkünse hemen durdurmaya karar verdim. Kalkıp pencereyi açmaya çalıştım sanıyorum. Kanadın kancası yuvasına sıkışmış, açılmıyordu. Bunu uyanıkken de görmüştüm ama unutmuşum.

      “Ne yapıp yapıp bu gürültüyü durdurmalıyım!” diye söylendim, camı yumruğumla kırıp dalı yakalamak için kolumu dışarı uzattım ama parmaklarım dal yerine, soğuktan buz gibi olmuş küçücük bir eli yakalamıştı.

      Bir kâbus görmüş gibi dehşete kapıldım. Kolumu geriye çekmeye çalıştım; el, sıkı sıkı yapışmış, bırakmıyordu. Son derece hüzünlü bir ses: “Beni içeri alın… Beni içeri alın!” diye yalvardı.

      Elimi kurtarmaya çalışarak:

      “Kimsin sen?” diye sordum.

      Ses titreyerek cevap verdi:

      “Catherine Linton’ım ben. (Aklıma neden Linton adı geldi? Earnshaw adını, Linton adından belki yirmi kere daha fazla okumuştum.) Eve geldim. Kırda yolumu kaybetmiştim!”

      O konuşurken pencerede belli belirsiz bir çocuk yüzünün göründüğünü de fark ettim. Dehşet beni de zalim yapmıştı; o yaratığı defetmek için boşuna uğraştığımı anlayınca bileğini kırık cama doğru çektim, kanlar fışkırıp çarşafı ıslatıncaya kadar camın üzerinde ileriye geriye sürttüm. O ise hâlâ: “Beni içeri alın!” diye sızlanıyor, elimi de bir türlü bırakmıyordu. Korkudan deliye dönmüştüm.

      Nihayet: “Seni içeri nasıl alabilirim?” dedim. “Seni içeri almamı istiyorsan beni rahat bırak.”

      Parmakları gevşedi; elimi hemen içeri çektim, kitapları acele acele pencerenin önüne üst üste dizdim, sonra da o acıklı yalvarışları duymamak için kulaklarımı tıkadım.

      Bir çeyrek saatten fazla kulaklarım tıkalı kaldı, sonra tekrar dışarıyı dinleyince o acıklı iniltilerin devam ettiğini duydum.

      “Defol!” diye haykırdım. “Seni asla içeri almam, yirmi yıl yalvarsan gene almam!”

      Dışarıdaki ses kederli kederli: “Zaten yirmi yıl oldu.” diye söylendi. “Ben yirmi yıldır kayıp bir çocuğum.”

      Derken dışarıdan hafif bir tırmalama sesi geldi, biri itmiş gibi kitaplar oynadı.

      Yerimden fırlamaya çalıştım, bir parmağımı bile yerinden kıpırdatamadım; bunun üzerine, korku içinde bir çığlık kopardım.

      Çığlık koparmanın hiç de bir kurtuluş yolu olmadığını anlayınca büsbütün şaşırdım. Yatak odama telaşlı ayak sesleri yaklaşıyordu. Birisi güçlü bir elle kapıyı itip açtı, yatağın üstündeki dört köşe deliklerden içeri ışık sızdı. Oturduğum yerde titriyor, bir yandan da alnımda biriken terleri siliyordum. İçeri giren de ne yapacağına karar verememiş gibiydi, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu.

      En sonunda, yarı fısıltılı bir sesle konuştu. Sorusuna karşılık beklemediği belliydi.

      “Kimse var mı burada?”

      En iyisi orada olduğumu açıkça söylemekti çünkü gelenin Heathcliff olduğunu sesinden, konuşmasından anlamıştım; sessiz durursam, içeriyi aramak isteyeceğinden korkuyordum.

      Bu düşünceyle, dönüp hücremin kapaklarını açtım. Bu davranışımın yarattığı etkiyi kolay kolay unutamayacağım.

      Heathcliff, oda kapısına yakın duruyordu; üstünde bir gömlek, bir pantolon vardı. Elindeki mum eridikçe parmaklarına akıyordu, yüzü de arkasındaki duvar gibi bembeyazdı. Meşe kapaklar gıcırdamaya başlayınca yıldırım çarpmış gibi sarsıldı; mum elinden fırlayıp birkaç adım ötesine düştü; öylesine şaşkın ve heyecanlıydı ki eğilip mumu alacak hâli yoktu.

      Onu bu korkaklığının daha fazla görülmesinden duyacağı utançtan kurtarmak için:

      “Burada misafirinizden başka kimse yok.” dedim. “Uykuda korkunç bir rüya görürken bağırmak talihsizliğine uğradım. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.”

      “Tanrı kahretsin seni, Lockwood! Keşke burada olacağına…” Ev sahibim mumu elinde dik tutamayacağını anlayınca bir sandalyenin üzerine bıraktı.

      Sonra tırnaklarını avuçlarına geçirerek sordu:

      “Seni bu odaya kim soktu?” Dişlerini sıkmış, gıcırdatıyordu. “Kim soktu? Onları hemen şimdi evimden defedeceğim!”

      Kendimi yere atıp acele acele üstümü başımı giymeye çalışırken: “Hizmetçiniz, Zillah getirdi.” dedim. “Onu kovsanız da umurumda değil Bay Heathcliff, o çoktan bunu hak etti. Bana öyle geliyor ki kadın beni kullanıp buranın tekin olup olmadığını anlamak istedi. Eh, doğrusu burası tekin değil. Hayaletlerle, gulyabanilerle dolu… Burayı kapalı tutmakta haklısınız, emin olun. Hiç kimse böyle bir inde uyumasına izin verildi diye size teşekkür etmez.”

      Heathcliff: “Ne demek istiyorsun?” dedi. “Burada ne yapıyorsun? Buraya geldiğine göre bari yat da geceyi geçir ama Tanrı aşkına bir daha öyle korkunç çığlık koparma… Gırtlağın kesilmedikçe bu sesi çıkarman mazur görülmez.”

      “O küçük şeytan, pencereden içeri girebilseydi belki de beni boğazlayacaktı.” diye karşılık verdim. “Konuksever dedelerinizin işkencelerine artık katlanmayacağım. Sayın Rahip Jabez Branderham, anne tarafından akrabanız değil miydi? Ya o küçük yaramaz Catherine Linton ya da Earnshaw mu, her neyse -durmadan isim değiştiriyordu herhâlde- kötü ruhlu küçük?.. Yirmi yıldır dünyayı yürüye yürüye dolaşıyormuş, bana öyle dedi. İşlediği günahların cezasını böylelikle çektiğine şüphem yok.”

      Bu sözleri söyler söylemez, kitapta Heathcliff ile Catherine’in adları arasında yakın bir bağlantı bulunduğunu hatırladım, bunu nasılsa unutmuşum. Düşüncesizliğimden ötürü yüzüm kızardı, kırdığım potun farkında olduğumu daha fazla belli etmeden acele acele şöyle dedim:

      “Gerçek şu, efendim: Gecenin bir kısmını…” Sözlerimin burasında gene durdum. “Eski kitapları karıştırarak geçirdim.” diyecektim ama böylece, eski kitapların asıl konularıyla

Скачать книгу