Скачать книгу

kemiğin kendi kendine şarkı söylemeye başladığını gören çoban, hayrete düşmüş. Kemik şöyle diyormuş:

      Ah, sevgili çoban! Benim kemiklerimden birinden yapılma

      Bir kaval var elinde,

      Yatıyorum ben cansız, derinde.

      Dalgaların altındaki kumlarda, bir mezar yerine.

      Vahşi domuzu ben öldürdüm, oysa abim

      Beni öldürüp yerime geçti, zalim.

      Çoban: “Bu ne kadar harika bir kaval böyle, kendi kendine şarkı söylüyor. Bunu mutlaka sevgili kralıma götürmeliyim.” diye düşünmüş.

      Çoban, kavalı kralın huzuruna getirip de çalmaya başladığı anda kaval yine aynı şarkıyı söylemeye başlamış.

      Kral başta çok şaşırmış ancak sonra içini bir kuşku kaplamış ve hemen köprünün altındaki toprağın incelenmesini istemiş. Öldürülen kardeşin iskeleti bulunmuş ve bütün gerçekler açığa çıkmış.

      Hain büyük kardeş suçunu itiraf etmek zorunda kalmış. Kral, bu suçunun cezası olarak onun çuvala konulup suya atılarak öldürülmesini emretmiş. Küçük erkek kardeşin kemikleri de özenle toplanıp mezarlığa götürülmüş ve kendisine huzur içinde yatacağı güzel bir mezar yapılmış.

      Maleen

      Bir zamanlar bir prens varmış. Başka bir ülkenin büyük kralının, Maleen adındaki güzeller güzeli kızıyla evlenmek istiyormuş. Babası, kızını başka biriyle evlendirmek istediği için prensle evlenmesine izin vermemiş ancak ikisi de birbirlerini bütün kalpleri ile sevdiklerinden, birbirlerinden hiç vazgeçmemişler. Bunun üzerine Maleen, babasına: “Ben sevdiğim erkekten başkasıyla evlenmeyi kabul edemem.” demiş.

      Kral çok öfkelenmiş ve içine ne güneş ne de ay ışığının girmesinin imkânsız olduğu karanlık bir kule yaptırmış. Kule tamamlandığında da prensese: “Tam yedi yıl boyunca bu kuleye hapsedileceksin. Süre dolduğunda geleceğim ve inadından vazgeçip geçmediğine bakacağım.” demiş. Prenses ve hizmetçisi yedi yıl boyunca ne toprak ne de ışık görmeden bu kuleye hapsedilmişler. Ne zaman gündüz ne zaman gece olduğunu bile fark edemeden karanlık kulede yaşamışlar. Prens, durmadan kulenin etrafında dönüp prensese seslenmiş ancak kulenin kalın duvarları hiçbir sesin duyulmasına imkân vermiyormuş. Ağlayıp sızlanıp durdularsa da hiç işe yaramamış.

      Bu arada zaman geçmiş ve prenses ile hizmetçisi erzaklarının azalmış olduğunu görerek yedi yılın sonuna gelmekte olduklarını anlamışlar. Serbest kalacakları zamana yaklaştıklarını düşünmüşler ancak ne bir çekiç sesi ne de duvardan düşen tek bir taş tıkırtısı duymadıkları için prenses, babasının kendisini unutmuş olduğunu sanmış. Çok az yiyecekleri kaldığı için kendilerini korkunç bir ölümün beklediğini düşünmeye başlamışlar.

      Maleen: “Son olarak şansımızı denemeli ve duvarı kırmaya çalışmalıyız.” diyerek ekmek bıçağını alıp kulenin duvarlarını ören taşların arasına sokup çıkartmaya başlamış. O yorulduğunda hizmetçisi devam etmiş. Epey uğraştıktan sonra, sonunda bir taşı yerinden çıkartmayı başarmışlar. Sonra ikinciyi ve üçüncüyü de çıkartıp üç koca günün sonunda ilk kez gün ışığını görmeyi başarmışlar. En sonunda kulenin duvarında dışarıyı görebilecekleri kadar bir delik açabilmişler.

      Gökyüzü masmaviymiş ve yüzlerine tatlı bir rüzgâr esiyormuş. Ama ne yazık ki aşağıya baktıklarında aynı güzellikleri görememişler. Kralın kalesi yıkılmış, bütün kasaba ve köyler yanıp kül olmuş. Tarlalar, bahçeler yakılıp yıkılmış; üstelik etrafta tek bir canlı görünmüyormuş. Duvardaki delik, içinden geçebilecekleri kadar büyüdüğünde önce hizmetçi atlamış, Maleen de arkasından inmiş. Ama gidebilecekleri hiçbir yer yokmuş. Düşman, krallığın bütün topraklarını yağmalamış; kralı kovmuş ve tüm halkı da katletmiş. Prensesle hizmetçisi, kendilerine yeni bir ülke aramak zorunda kalmışlarsa da ne sığınabilecekleri bir yer bulabilmişler ne de kendilerine bir lokma ekmek verecek birilerini. Sonunda öylesine çaresiz kalmışlar ki açlıklarını bastırmak için ısırgan otu yemek zorunda kalmışlar. Uzun süre yolculuk yaptıktan sonra başka bir ülkeye varmışlar ancak hangi kapıyı çalıp da yardım isteseler onlara tek bir kişi bile acımamış. En sonunda büyük bir ülkeye gelip büyük bir saray bulmuşlar ancak orada da kimse onlara yardım etmemiş. Neyse ki en sonunda sarayın aşçısı onlara, mutfakta kalıp bulaşıkçı olabileceklerini söylemiş.

      Bulundukları sarayın kralının oğlu, Maleen’in bir zamanlar nişanlanmış olduğu adamın ta kendisiymiş. Babası, oğlunu yüzü de en az kalbi kadar çirkin olan başka bir kızla evlendirecekmiş. Düğün zamanı gelmiş. Prensin evleneceği kız, saraya gelir gelmez çirkin yüzünü düğüne kadar kimseler görmesin diye kendisini bir odaya kapatmış. Kızın yemeklerini odasına Maleen götürüyormuş. Gelinle damadın düğün günü geldiğinde kız, çirkinliğinden çok utanmış ve sokakta onu gören insanların kendisiyle alay edip arkasından gülmelerinden korkmuş. Bu yüzden Maleen’e: “Başına talih kuşu kondu. Ayağımı incittiğim için çıkıp kalabalığın arasında yürüyemeyeceğim. Bu yüzden benim gelinliğimi sen giyip benim yerime geçmelisin. Hem senin için bundan daha büyük bir onur olamaz!” demiş. Ancak Maleen bu teklifi: “Benim böyle bir şerefe ihtiyacım yok.” diyerek reddetmiş. Gelin, ona altın verdiyse de işe yaramamış. En sonunda sinirlenerek: “Eğer dediğimi kabul etmezsen bu senin hayatına mal olacak. Tek bir sözümle başını uçururlar.” diyerek Maleen’i tehdit etmiş. Bunun üzerine o da gelinin güzel elbiselerini giyerek ve birbirinden muhteşem takılarını takarak onun yerine geçmek zorunda kalmış. Kraliyet salonuna girdiğinde herkes onun eşsiz güzelliğinden büyülenmiş.

      Kral, oğluna: “Bu, senin için seçtiğim gelin. Şimdi onunla düğün alanına gitmelisin.” demiş. Prens, hayretler içinde kalarak: “Benim sevgili Maleen’ime ne kadar da benziyor. Onun kulede hapsedilmiş olduğunu bilmesem neredeyse o olduğunu zannedeceğim.” diye düşünmüş ve gelini elinden tutup düğün alanına götürmüş. Yolda giderlerken Maleen ısırgan otu görmüş ve ona şöyle demiş:

      Ah ısırgan otu,

      Küçük ısırgan otu,

      Ne arıyorsun burada, yalnızlık dolu?

      Seni haşlamadan, kavurmadan

      Yediğim günler oldu.

      Prens, “Ne diyorsun?” diye sorduğunda da: “Hiç, sadece zavallı Maleen’i düşünüyordum da.” demiş. Prens, kızın Maleen’i tanımasına çok şaşırmış ama hiçbir şey dememiş. Düğün alanının girişindeki köprüye geldiklerinde Maleen:

      Kırılma ey yaya köprüsü,

      Değilim ben gelinin kendisi, demiş.

      Prens yine, “Ne dedin?” diye sorunca: “Hiç, sadece zavallı Maleen’i düşünüyordum.” demiş. Prens ona Maleen’i tanıyıp tanımadığını sorunca da: “Hayır, nereden tanıyayım ki? Sadece adını duydum.” diye cevap vermiş.

      Bu sefer düğünün yapılacağı mabedin kapısına geldiklerinde kız bir kez daha:

      Kırılma ey mabet kapısı,

      Değilim ben gelinin kendisi, demiş.

      Prens yine ne dediğini sorunca: “Zavallı Maleen’i düşünüyordum.” demiş. Prens, değerli bir kolye çıkartıp kızın boynuna takmış. Hemen ardından mabede girmişler. Rahip, ikisinin ellerini birleştirmiş ve onları evlendirmiş. Eve dönüş yolunda

Скачать книгу