Скачать книгу

vadettiği kar gerçekten gelmişti.

      Baba, hiçbir şey unutmadığından emin olmak istercesine ona bir göz attı. Sonra gidip ocağa yaslandı:

      “Şimdi!..” dedi. “Hayırseveri kabul edebiliriz.”

      VIII

      Mezbeledeki Işık

      Büyük kız yaklaştı ve elini babasının elinin üstüne koydu.

      “Ne kadar üşüdüğümü görüyor musun?” dedi.

      “Peh!” dedi baba umursamazca. “Ben bundan çok daha soğuğum.” diye yanıtladı.

      Anne aceleyle bağırdı:

      “Her zaman herkesten daha iyi bir şeye sahip olursun zaten, daha kötüsü olsa bile!”

      “Sen varsın ya, yeter zaten!” dedi adam.

      Belli bir şekilde ona bakan anne, dilini tutmak zorunda kaldı. Virane evde bir an sessizlik hüküm sürdü. Büyük kız umursamaz bir tavırla mantosunun altındaki çamuru temizliyor, küçük kız kardeşi hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ediyordu; anne, ikincinin başını ellerinin arasına almış ve onu öpücüklere boğarak rahatlaması için şöyle mırıldanıyordu: “Hazinem, sana yalvarıyorum, önemli bir şey değil. Ağlama, babanı kızdıracaksın.”

      “Hayır!” diye bağırdı baba. “Tam tersine! Hıçkır! Hıçkır! Daha fazla ağla, bu çok daha iyi!” diye haykırdı.

      Sonra büyük kızına dönerek:

      “Ama hâlâ ortalarda yok! Ya gelmezse? Ateşimi söndürmüş, sandalyemi parçalamış, gömleğimi yırtmış ve camımı bir hiç uğruna kırmış olacağım o zaman.”

      “Ve çocuğu da yaraladın!” diye mırıldandı anne.

      “Biliyor mu?” diye devam etti baba. “Bu şeytan, çatı katının çok soğuk olduğunu biliyor mu? Ya o adam gelmezse! Ey! Gördün mü sen! Bizi bekletiyor! Kendi kendine söyleniyordur şimdi. ‘Pekâlâ! Beni bekleyecekler! Bunun için oradalar.’ Ey! Onlardan nasıl da nefret ediyorum; tüm o zenginleri sevinç, coşku ve memnuniyetle boğabilirim! Ah, bütün o zenginlerin hepsi böyle! Hayırsever taklidi yapan, hava atan, ayine giden, rahiplere armağanlar dağıtan, takkeleriyle vaaz veren, kendilerini bizden üstün gören, bizi küçük düşürmek için ellerinden geleni yapan bu adamlar ve dedikleri gibi bize ‘giysiler’ getirmek için gelen o zenginler! Dört santim değerinde olmayan yaşlı adamlar hepsi de! İstediğim bu değil ki! Paraları hep kıymetli! Ah! Para! Hiçbir zaman sahip olamadığım gözü kör olası para! Onları sömürdüğümüzü, bizim ayyaş ve aylak olduğumuzu söylüyorlardır kesin! Sanki kendileri ne ki? Hırsızlar! Başka türlü asla zengin olamazlardı! Ah! Toplum! Kumaşın dört köşesinden tutulmalı ve havaya fırlatılmalı bunların hepsi! Gelecek mi gerçekten? Belki de o hayvan, adresi unuttu! Bahse girerim o yaşlı canavar…”

      O anda kapıya hafifçe vuruldu, adam kapıya koştu ve derin selamlamalar, hayranlık dolu gülümsemeler arasında haykırarak kapıyı açtı:

      “Girin efendim! Girmeye tenezzül edin, en saygıdeğer hayırsever Mösyö, girin lütfen ve sizin sevimli kızınız da girsin.”

      Çatı katının eşiğinde, olgun yaşta bir adam ve genç bir kız belirdi.

      Marius olduğu yerde donmuş gibiydi, o anda neler düşündüğünü anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalırdı. Kapıda duran oydu, işte gelmişti. Seven bir kalp, bu tek harflik “o” sözcüğünün içine ne mutluluklar sığacağını çok iyi bilir.

      Parktaki sevgili oradaydı işte. Marius’ün Ursule’ü gelmişti. Yokluğu ufuklarını gölgeleyen o güneş karşısında tekrar ışıyordu. Onun güzel gözleri, pürüzsüz alnı, pembe dudakları ve şirin yüzü yine tam karşısında parlıyordu. Kaybettiği görüntü yok olduğunda Marius karanlık bir geceye saplanmış fakat artık şansı dönmüştü, ufuklarını güneş aydınlatıyordu. Karanlıklar içerisinde geçirdiği günlerin ardından Marius yeniden güneşine kavuşmuştu. O korkunç, virane odaya girer girmez odayı resmen ışığa boğmuştu. Marius bayılacak gibi hissediyordu kendisini; kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu, hatta öyle gürültüyle atıyordu ki odadakilerin bile onu duyacağından korkuyordu. Öylesine mutluydu ki ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Nihayet çok uzun bir aradan sonra sevdiğini bulabilmiş, âdeta yeniden ruhunu elde etmişti. Güzel kız aslında çok değişmemişti, sadece öncesinden biraz daha fazla solgundu, başına takmış olduğu şapkası güzel yüzünü gölgeliyordu. Kalın satenden siyah bir manto gövdesini örtüyor, eteklerinin altından küçük ayaklarındaki ipek işlemeli ayakkabıları görülebiliyordu. Her zamanki gibi yine yanında Mösyö Leblanc vardı. Genç kız odanın ortasına değin yürümüş ve masanın üstüne elindeki ağır çıkını koymuştu. Jondrette’in en büyük kızı kapının arkasına çekilmiş; kasvetli gözlerle o kadife şapkaya, o ipek mantoya ve o sevimli, mutlu yüze bakıyordu.

      IX

      Jondrette Ağlamak Üzere

      Virane o kadar karanlıktı ki dışarıdan gelen insanlar, bir mahzene girerken oluşan etkiyi içeri girerken hissettiler. Bu nedenle yeni gelen iki kişi, bu alaca karanlığa alışmış çatı katı sakinlerinin gözleri tarafından açıkça görülüp incelenebilirken etraflarındaki belirsiz şekilleri güçlükle ayırt edebildikleri için belli bir tereddütle ilerlediler. Mösyö Leblanc üzgün ama sevecen bir bakışla yaklaştı ve baba Jondrette’e şöyle dedi:

      “Mösyö; bu pakette yeni giysiler, yünlü çoraplar ve battaniyeler bulacaksınız.”

      Jondrette, yere kadar eğilerek “Meleksi velinimetiniz bizi korusun.” dedi. Sonra iki ziyaretçi bu içler acısı iç mekânı incelemekle meşgulken, en büyük kızının kulağına eğilerek alçak ve hızlı bir sesle ekledi: “Hey! Ne dedim? Ahmaklar işte! Para yok! Hepsi birbirine benziyor! Bu arada, o yaşlı ahmak adamın mektubu nasıl imzalandı?”

      “Fabantou.” diye yanıtladı kız.

      “Drama sanatçısı, iyi!”

      Jondrette için bu soru şanstı çünkü o anda Mösyö Leblanc ona döndü ve bir isim hatırlamaya çalışan kişinin havasıyla:

      “Görüyorum ki çok acınacak durumdasınız, Mösyö…”

      “Fabantou.” diye yanıtladı Jondrette çabucak.

      “Mösyö Fabantou, evet, bu kadar. Hatırlıyorum.”

      “Drama sanatçısı, efendim ve biraz başarılı olmuş biri.”

      Burada Jondrette açıkça “hayırsever”i yakalamak için uygun olan bu anı hemen değerlendirdi. Dağcıların panayırlardaki övünçlerini ve otoyoldaki dilencinin alçak gönüllülüğünü aynı anda şakırdatan bir aksanla haykırdı: “Talma’nın bir öğrencisi! Efendim! Ben Talma’nın bir öğrencisiyim! Eskiden şans bana gülerdi, yazık! Şimdi talihsizlik sırası. Görüyorsun, hayırseverim, ekmek yok, ateş yok. Zavallı bebeklerimin ateşi yok! Tek sandalyemin koltuğu yok! Kırık bir cam! Hem de bu havada! Eşim yatakta! Hasta!”

      “Zavallı kadın!” dedi Mösyö Leblanc.

      Jondrette ekledi: “Çocuğum yaralandı!”

      Yabancıların gelişiyle şaşkına dönen çocuk, “genç hanımı” düşünmeye başlamış ve hıçkırmayı bırakmıştı.

      “Ağla!” dedi Jondrette ona alçak sesle. Aynı zamanda ağrıyan elini sıktı. Bütün bunlar bir hokkabaz yeteneğiyle yapıldı. Küçük kız, yüksek sesle çığlıklar attı. Marius’ün düşlerinde “Ursule” dediği sevimli genç kız aceleyle ona yaklaştı.

      “Zavallı,

Скачать книгу