Скачать книгу

yaptıkları gibi şimdi de Duğlu’nun elini öpüyorlardı. O, hakiki bir baba vakarıyla bu riyasız ihtiramı kabul etti ve hemen rakip olduğu (bindiği) ineğin beline asılı heybeden bir çanak ve bir de ibrik çıkardı.

      İptida Abdal Murat’a, müteakiben yaş sırasıyla üç silahşora birer ayran sundu. Murat, o gün öldürmüş olduğu iri yılanları şöyle bir tarafa atıp sunulan ayranı bir hamlede içmiş ve Duğlu’ya hitap etmişti:

      “Geçmişlerinin canına değsin ama ayranı tamam harcetme. Birazdan bize şölen vereceksin.”

      Duğlu, çanağını tekrar doldurup Akça Koca’ya uzatırken gözlerini de sorarcasına Abdal Murat’a çevirdi. Bu sessiz istizahı bittabi anlayan Murat, kısaca latifesini izah etti:

      “Şu üç yiğit bizimle konuşmak isterler, dört abdal, üç alp birleşince bir kurultay olur. Sonunda da elbet şölen verilir.”

      Duğlu, kemali ciddiyetle cevap verdi:

      “Şöleni ineklerim verecek. Yaradana hamdolsun. Onların yürekleri gani, cicikleri (memeleri) dolu!”

      Akça Koca bahse karışarak sordu:

      “Ya Abdal Musa’yla Geyikli Baba’yı nerede buluruz?”

      “Ahi Musa, balıklarla haşrü neşr olur gider, Kırkpınar’dan ayrılmaz. Öbürü daha yüksektedir, geyiklerine ot yerine kar yedirir!”

      Duğlu Baba, şimdi ineklerini terhis ediyordu. Parmağıyla verdiği bir işaret, altı hayvanı harekete geçirmiş ve gösterilen istikamette dörtnala koşturmuştu. Kucağında taşıdığı buzağı da aynı hızla kafilenin ardından gidiyordu.

      Duğlu, bu hüneriyle daima övünürdü. Hayvanlarını anlamak, bir insan derecesine yükseltmekten büyük bir neşe, daimî bir sevinç duyuyordu. O, bütün ruh sahiplerinin meratibi mütehalife dairesinde kabili terbiye olduğuna inanmıştı. Terbiye görmeyen, idraki tenmiye edilmeyen insanları, hassasiyetçe yükseltilen hayvanlardan aşağı tutardı ve tabiatın zulmüne uğradıkları kanaatiyle kendi hayvanlarına insanlardan daha fazla bağlıydı. Onları bir işaretle yeme, suya ve uykuya sevk edebilmekle fıtratın buhlünü tamir ettiğine inanırdı.

      Duğlu’nun bu yoldaki sayini, didinmesini Ahu Baba’ya karşı rekabet suretinde de sayanlar vardı. Hâlbuki Uludağ’ı meva ittihaz eden bu iki aziz, hayvanları insanlara takrip vadisinde hemmeslek olsalar bile yekdiğerine rakip tanınmaktan çok uzak bulunuyorlardı.

      Her ikisi de derin bir feragati nefs içinde yaşadıkları için ruhen cüce yaratılanlara has olan kıskançlık gibi duygulardan tamamen yoksun yaşıyorlardı. Zaten hayvanlara muhabbet ciheti bertaraf olunursa, Duğlu’yla Geyikli arasında büyük bir meşrep farkı vardı. Duğlu, harp işlerine sade duayla ve harbin kızgın demlerinde muhariplere ayran dağıtmak suretiyle iştirak ederdi. Geyikli’yse bizzat muharipti. Beslediği geyiklerden birine bindiği gibi süvarilerin önüne düşer, düşman saflarını dehşet içinde bırakırdı.

      Bu hakikati pekâlâ bilmekle beraber Abdal Murat, Duğlu’ya takıldı; ineklerin, aldıkları işarete ittiba ederek aşağı doğru koşmaya başlamaları üzerine:

      “Duğlu!” dedi. “Ahu Baba şu kerameti görse imrenirdi. Dağ sığırını adam etmiş bırakmışsın.”

      Duğlu, ciddi bir lisanla cevap verdi:

      “Sığırı adama çevirmekten ne çıkar! Kendim adam olmalıyım. Hâlâ nefsimi körletemedim. Aş kokusu alınca burnum uzuyor, eli ayağı düzgün bir nesne görsem gözüm ışılıyor!”

      “Ya Ahu nicedir, acep ermiş midir yoksa o da senin gibi ham mıdır?”

      “İçyüzünü Allah bilir ama mertebesi ali görünür.”

      Abdal Murat da ciddileşti. Kendini bilmezlerin rakip sandığı şu iki ibadet ve feragat ehli adamdan birinin diğeri hakkındaki hüsnü şehadetinden duygulandı. Akça Koca’ya dönerek:

      “Abdallar da…” dedi. “Alplar gibidir. Doğru görür, doğru duyar ve doğru söylerler. Yüreklerine ne toz konar ne kir bulaşır. İşte Duğlu kardeş de böyle. Hak önünde irkilmez, çekinmez, düşünmez, hemen boyun kırar.”

      Ne Akça Koca ne arkadaşları, şimdiye kadar böyle bir tahlili nefse, tahlili ahlakiye lüzum görmemişlerdi: Abdal Murat’ın şu sözleri üzerine gayriihtiyari bir düşünce geçirmeye başlamışlardı. Evet; onlar da dedeleri, babaları ve bütün Türk muharipleri gibi kendilerinden yüksekleri, kendilerinden kuvvetli olanları kıskanmamışlar, doğruluktan zerre kadar inhiraf etmemişler, yalan söylememişler, hiçbir yerde ve hiçbir sebeple ikiyüzlülük göstermemişlerdi.

      Hâlbuki içine düştükleri yeni muhit, sık sık temas ettikleri halk, baştan başa kötüydü. Bu kanı bozuk halkın küçükleri, kendilerinden büyük olanların küçülmesine, zelil olmasına çalışıyorlar, büyükler de küçüklerin bir kat daha küçülmesi, yerlerde -aç ve çıplak- sürünmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.

      Üç silahşor, harp ede ede dolaştıkları yerlerde neler, ne iğrenç rezaletler görmüşlerdi! Şimdi o müşahedelerini tahattur ederek insanlık namı hesabına sıkılıyor ve müttehit bir lisanı ruhla dua ediyorlardı:

      “Ya Rab! Oğullarımızı, torunlarımızı bizim gibi temiz yaşat. Şu dilli solucanların kiri onların diline, eline ve yüreğine bulaşmasın!”

      Abdal Murat, açtığı bahsin ika ettiği tesiri ruhiyi gördü. Akça Koca’nın omzuna elini koyarak:

      “Koca.” dedi. “Geniş ol! Türk kanı ne sulanır ne bulanır. Onun kaynağı, yedi kat göğün de üstündedir. Hele biz yürüyelim.”

      Beş Türk, Bakacak’tan ayrılırken, yükseklerden yere bakan kartallar gibi ufkun enginliğine göz gezdirdiler. Manzara cidden muhipti. Cenupta Kütahya, şarkta Söğüt dağları, garpta Gelibolu’ya kadar Boğaz ve İstanbul görünüyordu. Onlar ne şarka ne cenuba göz kaydırmayarak geniş bir tülbent gibi uzanan İstanbul Boğazı’na ve bir altın külçe gibi pırıldayan büyük şehre bakıyorlardı.

      Uludağ’ın bu noktasından, bir adımda geçilecek gibi dar ve üzerinde uzanılıp yatılabilecekmiş gibi durgun görünen Boğaz iki abdalla üç alpın gözlerinde kuvvetli parıltılar yaratıyordu. Şuradan, şu yüksek noktadan uçmak, o sakin denizi bir hamlede geçmek, beyaz sarıklarına kendi kanlarından bir hilal işleyerek o nadide bayrağı, yıkılmaz bir zafer nişanı hâlinde büyük şehrin ortasına dikmek için içlerinde yakıcı bir arzu duyuyorlardı.

      Alplar da Abdallar da bu arzunun heyecanı altında yürüyerek yükseldiler. Kırkpınar mevkisine geldiler. Yer yer kaynaklar, dağın bu en dilfirip noktasında birer elmas benek gibi yayılıyor, kıvrak ve berrak dereler, hâkî kehkeşanlar hâlinde ve seyyal bir iltima3 içinde akıp gidiyorlardı.

      Duğlu, keskin gözleriyle ta uzaktan tanıdı:

      “İşte!” dedi. “Ahi Musa, belli ki balıklara testere zikri öğretiyor.”4

      Hakikaten de Abdal Musa, bir dere kenarında yüzükoyun uzanarak balıklarla meşgul bulunuyordu. İki çömez, mihrap önündelermiş gibi abdalın arkasında diz üstü oturarak derin bir murakabe geçiriyorlardı. Üçü de o derece mütefekkir ve kendi meşgale veya düşüncelerine o mertebe murtabıt bulunuyorlardı ki beş Türk’ün yanlarına yaklaştıklarından haberdar olmamışlardı.

      Abdal Murat, sekiz-on adım uzaktan kuvvetli kuvvetli öksürdü:

      “Öhö, öhö!”

      Abdal Musa ve çömezlerde hareket görülmedi, güya uyuyorlardı. Bu sefer Duğlu seslendi:

      “Merhaba erenler, merhaba

Скачать книгу


<p>3</p>

Parıldama.

<p>4</p>

Testere zikri, zikri erre, zikri minşarî- denilen tarzı tehlil. Yesevi tarikatına has olan bir şekildir. Ahmet Yesevi bu tarikatın piri ve ilk Türk mutasavvıfıdır. Bizim abdallar hep o tarikat mensuplarıydı.