Скачать книгу

ve elinde kargı üzerinde bir sancağı vardı. Cihan, sancağın üzerine işlemeyle yazılmış olan isme dikkat etmemişti. Ona dikkat etmiş olsaydı ürkmekten kendisini alamayacaktı.

      Sürü yaklaşınca ihtiyar köylü ayağa kalkarak önde yürüyen süvariye yaklaştı. Selam verdikten sonra:

      “Bu sürüden bize kısrak satar mısınız?” diye sordu.

      Süvari kibirle:

      “Hayır.” cevabını verdi.

      “Kurbanlık yapmak için bir hayvana ihtiyacımız var. İstediğiniz kadar para veririz.”

      Süvari başıyla arkayı göstermekle yetindi. Cevap vermedi. İhtiyar:

      “Efendim, niçin satmıyorsunuz?”

      “Çünkü bu sürü, hayvan satmaz kimselere ait olduğu için satmıyoruz.”

      “Onlar kimdir? Tüccar değiller midir?”

      “Hayır.”

      Süvari, sancağı gösterdi:

      “İhtiyar! Galiba sen okuma bilmiyorsun. Okuma bilseydin bu soru ve cevaplara lüzum görmezdin.”

      Cihan, süvarinin son sözlerini işitince sancağa baktı. Üzerinde Arabi harfle “Afşin Haydar b. Kavus” yazılıydı. Cihan bu ismi okur okumaz rengi uçtu. Hizran’a dönüp baktı. O da aynı hâle uğramıştı fakat ikisi de kendilerini yalandan cesur gösterdiler. İhtiyarsa tekrar süvariyle konuşmaya başladı:

      “Dediğin doğrudur. Okuma yazma bilmiyorum. Bu sancak kimindir?”

      “Bu sancak; Halife Mu’tasım’ın ordusu serdarı Andican memleketi emîri Afşin Haydar b. Kavus’undur.”

      Türkistan’da bu ismi bilmeyen yoktu çünkü Afşin Haydar, Halife Mu’tasım’ın hizmetine girmeden önce Andican hükümdarıydı. İhtiyar köylü, bu ismi birdenbire işitince ürktü:

      “Afşin Bey bugün Bağdat’ta bulunuyorlar, değil mi?” diye sordu.

      “Evet, Bağdat’taydı fakat birkaç gün önce Andican’a geldi. Emri altındaki beylere hayvan almak için bizi gönderdi.”

      “O hâlde şimdi siz bu sürüyle Andican’a mı gidiyorsunuz?”

      “Hayır… Afşin Bey, Andican’daydı. Şimdi Nevruz Bayramı’nı geçirmek için Fergana’ya geliyor. Onun askeri şehrin dışında Amuderya Nehri’nin kıyısında ordugâh kurmuştur. Bu atlar onlar içindir. Daha fazla açıklama mı istiyorsunuz?”

      Süvari bu sözleri söyledikten sonra atını sürüp gitti. Sürü de çobanlarıyla beraber onu takip etti. İhtiyar köylünün daha fazla sormaya cesareti kalmamıştı. Cihan’a karşı da mahcup olmuştu. Nasıl özür dileyeceğini düşünüp duruyordu fakat Cihan birdenbire ayağa kalktı. Uşağa atları getirmesini emretti. İhtiyar köylünün uğradığı başarısızlığı görmezlikten gelerek:

      “Amca! Bize gösterdiğin ikram ve alakaya teşekkür ederim. Bir iş için alelacele dönmem gerekiyor. Allah’a ısmarladık. İnşallah başka bir gün yine gelirim, seni ziyaret ederim.” dedi.

      İhtiyar köylü, Cihan Hatun’un bu teşekkür ve gönül alıcılığına karşı minnettarlığını nasıl göstereceğine şaşırmıştı. Cihan’ın elini tutup öpmek istedi. Cihan elini çekti, bırakmadı. Sonra Hizran’a baktı. Mürebbiye cebinden birkaç altın çıkararak köylüye verdi:

      “Amca! Bu paraları al. Oğluna ver. Ok, yay alsın; eğlensin.” dedi.

      Sonra atlara binip oradan uzaklaştılar. Cihan türlü türlü düşüncelere düşmüş, can sıkıntısı artmıştı. Hizran ile baş başa tenha bir yere varınca mürebbiyesine bakıp yakınarak ve üzülerek dedi ki:

      “Şimdi ne fikir vereceksin bakayım? İşte Afşin, Fergana’ya gelmiş. Şüphesiz bize misafir olacak ya da bizi ziyarete gelecek.”

      “Hanımcığım! Onun ziyaretinden ne çıkar? Ne önemi var?”

      Cihan, mürebbiyesinin sözünü kesti:

      “Onunla ilgili hiçbir şeyin bence önemi yoktur. Şahsına da önem vermem. Askerinden de korkmam. Bana hiçbir şey yapamaz fakat onunla bir arada bulunmaktan nefret ediyorum.”

      Hizran, hanımının bu adamdan sakınmasının nedenlerini anlar gibi olmuştu fakat bilmezlikten gelerek:

      “Hanımcığım! Sizin gibi akıllı ve dirayetli bir hanım hiç kimseden korku duymaz. Hâlâ nehre doğru gitme fikrinde misiniz?”

      Cihan son soruyu tuhaf görüyor gibi yüzü tebessüm ettiği hâlde mürebbiyesine dikkatli dikkatli baktı. Lisan hâli “Başka ne yapalım?” demek istiyordu.

      Cihan ile mürebbiyesi ara sıra at sürüsüne bakarak yola koyuldular. Bir müddet sonra sürü gözden kayboldu çünkü başka bir yol takip ediyordu. Güneş akşama doğru gidiyordu. Hizran epeyce acıkmıştı. Cihan ise sevgilisine kavuşma arzusuyla kendisine her şeyi unutturmuştu. Kalbi, hissiyatı heyecan içinde olduğu hâlde yolun büyük bir kısmını sessizlik içinde yürüdüler. Ay Toldı’ya kavuşacağını düşündükçe kalbinin vuruşu bir kat daha artıyordu. Bununla beraber o gün av bahanesiyle kıra çıkmasını, Ay Toldı’yı aramak için oralarda dolaşmasını bir hata, hafiflik saymaktan kendini alamıyordu fakat aşk ve sevdası, seçimine ve iradesine galip gelmişti. Genellikle seçim, irade ve sevda birbiriyle güreşir fakat galibiyet iradeye değil sevdaya nasip olur. Bununla beraber bazen irade ve seçim galip gelir fakat az bir zaman için galip gelir. Galibiyet çok zaman sürerse işte o zaman aşk çabuk giden, zayıf bir sevda demektir. Bazen âşık akıllı, dirayetli olur da sevda uğrunda en akılsız, en hafif ruhlu kimselerin kötülük edemeyecekleri şeyleri yapmaktan çekinmez. Yaptığı şeylerin bir akılsızlık neticesi olduğunu herkesten ziyade kendisi takdir ve itiraf eder çünkü yaptığı şeylerin akıl ve hikmete muhalif olduğunu bile bile yapar. Yapmamak için kendisinde kudret ve kuvvet bulamaz. Zira akıllı sevdazedenin, aşk için yaratılmış bir kalbi vardır. Karşı koymaya muktedir değildir. Karşı koyarsa takat ve tahammülü üstünde bir keder ve ızdırap, bazen cinnete ya da yıldırıma uğramış kimseler gibi sersemlemeye neden olur. Nice sevda düşkünleri vardır ki akıl ve kalp arasındaki mücadelenin kurbanı olmuş, gitmiştir. Akıl ve dirayeti yerinde olan bir kimse, bir sevdaya düşerse aklıyla hissiyatı arasında şiddetli bir kavga baş gösterir. Haysiyet ve hissiyatını gözeten kimse ise izzetinefsine ve sertliğine, vicdanına güvenerek bir şeyden korkmaz. Cihan, akıllı ve sağlam iradeli bir kızdı fakat büyük bir kalp, gayet nazik hissiyat taşıyordu. Ay Toldı’ya samimi ve derin bir aşkla bağlanmıştı. Her ne yapsa kendini o aşkın tesiri altında görüyordu. Onun için ava çıkmayı vesile göstererek sevgilisini aramakta bir sakınca görememişti.

      9

      AMUDERYA SAHİLİ

      Cihan ile mürebbiyesi yürümeye devam ettiler. Altlarındaki atlar nehre varıncaya kadar yola rehberlik ediyorlardı. Nihayet nehir uzaktan görünmeye başladı. Birkaç dakika sonra nehrin bütün sahili boydan boya görünüyordu. Cihan ile mürebbiyesi nehrin her tarafına baktılar. Hiçbir yerde asker çadırlarından, piyade ve süvari askerden eser yoktu. Cihan, atını durdurarak mürebbiyesinden sordu:

      “O taraflarda bir kimse görüyor musun?”

      “Hayır, hanımcığım! Fakat sahile pek çok yaklaşmış bulunuyoruz. Haydi, oraya kadar varalım belki faydalı bir ize rast geliriz.”

      Cihan ile mürebbiyesi tekrar yollarına devam ettiler. Nehrin kenarında bir ağacın altında inşa edilmiş bir kulübeye ulaştılar. Kulübenin etrafındaki izlerden biraz zaman önce birtakım adamların oraya geldikleri ve bir müddet kaldıktan sonra gittikleri anlaşılıyordu. Çünkü

Скачать книгу