Скачать книгу

dışına gitmek istediği anlaşılıyordu. Arabanın arkasında eyerleri takılmış süvarisiz, seyisleri olmayan iki at yürüyordu. Bunlardan biri yağız bir attı. Eyeri üzerine ok dolu bir sadak3 asılmıştı. Genç kızı tanıyanlar biliyordu ki bu atın sahibi, gerdunenin sahibi olan bizzat o genç kızdı çünkü çok defa bu genç hanımın ya ava ya da koşuya gitmek üzere erkek elbisesi giydiği hâlde bu ata binerek önlerinden geçtiğini görmüşlerdi. Bu iki attan sonra av uşakları yanında yürüyorlardı. Av hademesi; av köpeklerini, ava alıştırılmış birtakım yırtıcı ve avcı hayvanları beraberlerinde götürüyordu. Bu av âlemi hazırlığı kimsenin garibine gitmiyordu çünkü Marzban’ın kızının gayet mahir bir avcı olduğu herkesçe bilinirdi. Yalnız Nevruz günü ava çıkması garip görünüyordu.

      Gelip geçenlerin içinde iki kişi vardı ki biri, Fergana halkından bir tacirdi. Diğeri onun akrabalarından ve Hokand ahalisindendi. Nevruz günlerini akrabasının yanında geçirmek için Fergana’ya gelmiş olan bu adam, bu genç hanımı daha evvel ne görmüş ne de onun hakkında bilgi almıştı. Gösterişli alayı görünce kime ait olduğunu sordu. Arkadaşı:

      “Alay, Marzban’ın kızı Cihan Hatun’undur. Onu tanıyor musun?”

      “Hayır fakat bu şehirde yaşayan Marzban adlı birinin bulunduğunu ve iş güçten çekilmiş olan bu kişinin büyük bir servet sahibi olduğunu, güzelliğiyle şöhret kazanmış bir de kızı bulunduğunu işittim. Bu adamın başka evladı yok mudur?”

      “Onun tüysüz, çirkin, ahlaksız bir oğlu da vardır ki ona hiç benzemez.”

      “Marzban bu şehrin asıl halkından mıdır?”

      “Hayır, bu şehrin yabancısıdır. Bundan otuz ya da kırk sene evvel daha genç bir yaştayken Araplardan ve onların Mecusilere karşı gösterdikleri şiddet ve ayrımcılıktan kaçarak buraya gelmiş, burayı oturacak yer olarak kendisine seçmiştir. İran memleketinde valiydi. Pek çok sıkıntı ve cefalar çekmiş. Yeni dinin hükümlerine uymak istemediğinden malları ve serveti ile buraya gelip yerleşmiş.”

      Konuşanın sözünü keserek:

      “Gerçekten çok zengin midir?”

      “Evet, pek büyük bir serveti vardır. Şehrin içindeki evler, paralar ve mücevherlerden başka şehrin dışında Amuderya Nehri’nin kenarında bulunan tarlalar, bağlar ve bahçelerin çoğu onundur fakat bizim neyimize lazım. Haydi! Et pazarına gidelim. Bir kuzu alalım. Çocuklarımız bayram sırasında sevinçli olsunlar.”

      Fakat arkadaşı halkın durumunu anlamaktan, herkesin işine karışmaktan hoşlanan bir adamdı. Sorularına devam etti.

      “Merak ettim, bu hanım böyle bir günde evinden nasıl çıkıyor? Bunu anlamak istiyorum.”

      Arkadaşı güldü:

      “Sen galiba bu hanımı bizim kadınlarımız gibi zannediyorsun. Evde otursun, hamur yoğurup ekmek pişirsin ya da yemek hazırlasın. Öyle mi? Yanılıyorsun. Bu genç kız, babasının evinin büyük hanımıdır.

      Bunun annesi bir hayli sene önce vefat etmiştir. Marzban, bu kızının hatırı için bir daha evlenmedi. Kızını çok seviyor. Ona güzellikle davranış gösterir. O dereceye kadar kızı, onun gözünde hürmete layıktır.”

      “Azizim! Maksadım bu değildir; hanım ekmek, yemek pişirmek için evde kalsın demek istemedim. Öyle bir bayram gününde babasının hediyelerle ziyaretine gelecek misafirlerini karşılamak üzere evde kalmalıydı, demek istedim.”

      Arkadaşı sözünü keserek:

      “Allah aşkına! Bu konuyu bırakalım kardeşim, haydi! Pazara gidelim. Bir kuzu alarak eve dönelim.” dedi.

      3

      CİHAN HATUN

      Cihan Hatun’un alayı bu iki adamı çoktan geçmiş, gitmiş hatta şehirden çıkarak varoşlardan geçtikten sonra bahçelere varmıştı. Alay, orada birkaç çadırın yanında durdu. Bu çadırlar Marzban’a ait arazide yaşayan adamlarındı. Cihan Hatun gezmeye ya da ava çıktığı zaman oralardan geçtikçe karşılamaya çıkıp onu selamlarlardı. O gün de karşılamak için her taraftan koşup gelmişlerdi. Gerdune orada durunca arabacı attan indi. Hatun arabadan ineceği sırada atların hareketine engel olmak üzere atlardan birinin yanında durdu. Hadım ağalarından biri de Cihan Hatun’un inmesine yardım etmek için arabanın yanına yaklaştı. Bu hadım ağası gayet terbiyeli ve dirayetli bir adamdı. İsmi Mercan’dı.

      Cihan Hatun onu bütün hadım ağalarından üstün tutardı. Mercan, gerdunenin yanında durdu. Emre ve işarete hazırdı. Perdeyi açmaya cesaret edemiyordu fakat arabanın yanında bir müddet durduğu hâlde gerdunenin kapısı açılmadı, içeriden Hatun tarafından bir emir ve işaret verilmedi. Ancak içeride konuşulduğunu işitiyordu. Konuşmanın neye dair olduğunu anlamak için merak duyarak kulak vermek istedi fakat terbiyesi, mevkisinin hürmet ve heybeti onu bu fikirden vazgeçirdi. Alayın diğer adamlarıyla karşılamaya gelmiş olan çiftlik halkı da orada durup Cihan Hatun’un arabadan inmesini bekliyorlardı. Hatun inmeyince meraka düştüler. En fazla sabırsız görünen Hatun’un yağız atıydı. At sabırsızlık gösteriyor, bir ayağıyla yeri eşeliyordu. Seyis onu zapt edemiyordu. At, güya sahibini beklediğini göstermek için anbean kişniyordu. Bu hâl daha fazla sürmedi. Birdenbire gerdunenin perdesi açıldı. İçinden elli yaşlarında, her hâl ve hareketi dirayet ve ağırbaşlılık gösteren bir kadın indi. Kadın, bütün vücudunu örten büyük bir ferace giymişti. Başında bütün başını ve boğazını örten kırmızı bir yaşmak vardı. Yalnız, yüzü görünüyordu.

      Bu kadın Cihan Hatun’un mürebbiyesi ve aynı zamanda en yakını, sırdaşı olan dadısı Hizran’dı.

      Mürebbiye, gerduneden inince hanımının inmesine yardım etmek üzere elini gerduneye doğru uzattı. Cihan Hatun kimsenin yardımına muhtaç duymaksızın arabadan indi. Her taraftan, herkesin gözü ona dikilmişti. Herkes o olağanüstü güzelliği hayretle seyrediyordu.

      Cihan Hatun o gün ava mahsus elbisesini giymişti. Av elbisesi geniş bir şalvar, kaftan ve vücudunun her tarafını örtebilen bir çeşit aba ya da mantodan ibaretti. Manto, işlemeli ipekten yapılmıştı. Başına, kaşlarına kadar başı örten ve güneşten koruyan, iki ucu arkaya sarkan, sargıya benzeyen bir sarık sarmıştı. Kadın, mantoya iyi sarınmıştı. Yalnız, yüzü görünüyordu.

      Cihan Hatun uzun boylu, sevimli ve kibar bakışlı; insana hürmet gösteren, eşi görülmemiş bir güzellikle mümtaz, hoş bir kızdı. Büyük olan gözleri bir nur, zekâ, sihirden başka bir ifade ile tabiri mümkün olmayan büyülü bir cazibe saçıyordu. Ona bakan, onunla konuşan kimse mutlaka onun kendisi üzerinde bir tesirini, bir tesir hâkimiyetini hissederdi. Hiçbir konuda, hiçbir işte ona karşı gelemezdi. Sanki hipnoz eder gibi mıknatısla kendi seçimine ve idaresine zorla kabul edilmişçesine onun elinde alt olmaktan başka bir şey yapamazdı. Halk, onun gezmeye ya da ava çıkmasını beklerdi. Yoldan geçtiğini gördükleri zaman her tarafta dururlar, onun kibar ve asil davranışlarını, benzersiz güzelliğini seyrederlerdi. Cihan Hatun’un halka güzellikle davrandığı bilindiği için, tesettüre gerek duyulmazdı. Herkese güler yüzle, nezaketle bakardı. Onun için de herkesin ona hürmeti çoğalıyordu.

      O gün herkesin ümidi kırıldı çünkü o gün, Cihan Hatun’un yüzü her vakit olduğu gibi tebessüm saçmıyordu. Yüzünde herhâlde bir hüznün izleri görülüyordu. Hatta dikkatli bakılacak olursa o latif gözlerinde yapma bir tebessümle saklanmak istediği iki gözyaşı görmek mümkündü.

      Romanımızın kahramanı olan Cihan Hatun’un o mucize güzelliğini seyretmek için onu evdeki kıyafetiyle görmek lazımdı. Cihan Hatun kendi hanesinde yaşmağı

Скачать книгу


<p>3</p>

Ok muhafazası.