Скачать книгу

ışıldıyorlardı. Bahar güneşi yemyeşil taze yaprakların arasından süzülerek benek benek parlıyordu. Her yerde neşeli sesler vardı. İnsana erimiş altında yüzüyormuş hissi uyandıran güneş ışığının vurduğu küçük çukurlar vardı. Baharın taptaze çeşit çeşit kokuları sık sık çarpıyordu yüzlerine. Ağır kokulu eğreltiler, çam reçineleri, yeni sürülmüş tarlaların yoğun kokusu vardı. Yaban kirazı tomurcuklarıyla perdelenmiş bir patika uzanıyordu. Çimenlerin arasına çömelmiş orman perilerini andıran hayata yeni başlamış minik ladin ağaçlarıyla dolu yeşil bir toprak parçası vardı. Henüz üzerinden atlanamayacak kadar genişlememiş dereler, çamların altındaki hodan çiçekleri, genç ve kıvırcık eğreltilerle kaplı topraklar, zorbanın tekinin beyaz derisini kopararak kabuğun altındaki türlü türlü renklerini ortaya çıkardığı bir huş ağacı vardı. Anne’in bu ağaca uzun süre bakması Diana’nın dikkatini çekti. Anne’in gördüğünü görmüyordu. Saf krem beyazından zarif altın tonlarına uzanan renkler, en iç katmana kadar derinleşiyordu ve bu katmanda zengin ve yoğun bir kahverengilik vardı. Bu hâliyle tüm huşların dışarıdan ne kadar soğuk gibi görünseler de içlerinde sıcak tonlu duygular barındırdıklarını gösteriyor gibiydi sanki.

      “Kalplerinde dünyanın en eski ateşini barındırıyorlar.” diye mırıldandı Anne.

      Nihayet şapkalı mantarlarla dolu küçük bir vadiden geçtikten sonra Hester Gray’in bahçesine ulaştılar. Pek bir şey değişmemişti. Sevimli çiçeklerle dolu dünya tatlısı bir yerdi burası hâlâ. Diana’nın “nergis” dediği sarızambaklardan bolca vardı eskiden olduğu gibi. Kiraz ağaçları yaşlanmış olsalar da kar beyazı tomurcukları yerindeydi. Gül patikasını hâlâ görmek mümkündü ve eski taş duvar, çilek tomurcuklarının beyazlığı, menekşelerin maviliği ve taze eğreltilerin yeşilliğiyle kaplıydı. Bu taş duvarın bir köşesine, yosun kaplı eski kayaların üzerine oturup piknik yaptılar. Arkalarındaki leylak ağacı alçalmaya başlayan güneşe doğru mor bayraklarını sallıyordu. İkisi de acıkmıştı ve kendi yaptıkları yiyeceklerin keyfini çıkardılar.

      “Açık havada yemekler ne kadar lezzetli!” diye iç çekti Diana rahatça. “Yaptığın çikolatalı pasta yok mu Anne… Diyecek söz bulamıyorum ama tarifini mutlaka almam lazım. Fred buna bayılır. Ne kadar yerse yesin zayıf kalıyor. Ben de hep artık daha fazla kek yemeyeceğim diyorum çünkü her geçen yıl daha çok kilo alıyorum. Büyük teyzem Sarah gibi olmaktan çok korkuyorum. O kadar şişmandı ki oturduğu zaman ayağa kalkması için onu çekmek zorunda kalıyorlardı. Ama böyle bir kek gördüğümde… Dün gece davette… Yani eğer yemeseydim gücenirlerdi.”

      “İyi vakit geçirdin mi?”

      “Evet, öyle denilebilir. Ama Fred’in kuzeni Henrietta’nın pençesine düştüm… Geçirdiği ameliyatları, bu işlemler sırasında yaşadıklarını, eğer zamanında yetişmeseymiş apandisitinin patlayacağını anlatmak onun için çok keyifli bir şey. ‘On beş dikiş attılar. Ah, Diana ne kadar acı çektim bilemezsin!’ O bu konuları konuşmaktan ne kadar keyif alıyor bilemezsin. Benim için o kadar eğlenceli değildi tabii… Hem madem bu kadar acı çektiyse bundan bahsetmenin zevkinden neden mahrum kalsın ki? Jim çok komikti. Mary Alice’in bu davetten zevk aldığından hiç emin değilim. Minik bir parça yedim… Sanırım bir dilimcik çok da fark etmez zaten. Söylediği bir şey dikkatimi çekti. Düğünden önceki gece o kadar korkmuş ki neredeyse trene atlayıp kaçacakmış. Tüm damatlar aynısını hissedermiş ve dürüst olsalar bunu itiraf ederlermiş. Sence Gilbert ve Fred de böyle hissetmiş midir Anne?”

      “Öyle hissetmediklerine eminim.”

      “Fred’e sorduğumda o da aynısını söyledi. Rose Spencer gibi son anda fikrimi değiştirmemden korkmuş hatta. Ama bir erkeğin ne düşündüğünü kestirmek asla mümkün değil. Neyse, şimdi bunun için endişelenmenin hiçbir faydası yok. Bugün ne kadar da güzel vakit geçirdik! Eski mutlu anlarımızı yeniden canlandırmış gibi olduk. Keşke yarın gitmek zorunda olmasaydın Anne.”

      “Bu yaz Ingleside’ı ziyaret etsen olmaz mı Diana? Yani şeyden önce… Bir süre misafir kabul edemeyeceğim zamandan önce.”

      “Çok isterdim. Ama bu yaz evden ayrılmam imkânsız gibi görünüyor. Hep yapacak bir şeyler oluyor.”

      “Rebecca Dew nihayet gelecek bu da beni sevindiren bir şey. Ama maalesef Mary Maria teyze de gelecek. Gilbert’a geleceğini ima eden bir şeyler söyledi. O da onu benim kadar istemiyor ama akrabası olduğu için misafirperverliği elden bırakmamak zorunda.”

      “Belki kışın gelirim. Ingleside’ı bir kez daha görmek güzel olurdu. Çok tatlı bir evin ve çok tatlı bir ailen var Anne.”

      “Ingleside güzel bir yer. Orayı artık seviyorum. Bir zamanlar hiç sevemeyeceğimi düşünürdüm. Oraya ilk gittiğimizde nefret etmiştim. Hem de olumlu taraflarından nefret etmiştim. Çok sevgili Hayaller Evi’me hakaret gibi gelmişti bu evin iyi yönleri. Hayaller Evi’nden ayrılırken Gilbert’a üzülerek şöyle dedim; ‘Biz burada çok mutluyduk. Başka bir yerde asla bu kadar mutlu olamayacağız.’ Bir süre orada yuva hasreti çeksem de sonra Ingleside’a olan sevgim filizlenmeye başladı azar azar. Buna karşı koymaya çalıştım. Gerçekten. Ama en sonunda pes edip evi sevdiğimi kabul ettim. O zamandan beri de her geçen yıl biraz daha seviyorum evimi. Çok eski bir ev değil. Eski evler genelde hüzünlü oluyorlar. Çok genç de değil çok genç evler de kaba oluyorlar. Benim evim olgun. Her bir odasına bayılıyorum. Hepsinin de bir kusuru aynı zamanda bir de güzel tarafı var. Birini diğerinden ayıracak bir özelliği illaki var odaların. Bu da onlara şahsiyet katıyor. Bahçedeki görkemli ağaçları seviyorum. O ağaçları kimin diktiğini bilmesem de merdivenlerden her çıktığımda sahanlıkta duruyorum. Hani sahanlıktaki eski pencere kenarına yerleştirilmiş bir oturak var ya. İşte oraya oturup bir süreliğine dışarı bakıyorum ve ‘Bu ağaçları diken adam her kimse Tanrı ondan razı olsun.’ diyorum. Evimizin etrafında gerçekten de çok fazla ağaç var ama hiçbirinden vazgeçemiyoruz.”

      “Fred de aynı öyle. Evin güneyindeki büyük söğüt ağacına âdeta tapıyor. O ağacın salon penceresinin manzarasını kapattığını tekrar tekrar söylediğimde bana, ‘Böylesine güzel bir şeyi sırf manzarayı kapatıyor diye kesecek misin yani?’ diyor. Böylece söğüt ağacı olduğu yerde duruyor. Ayrıca çok da hoş. Evimize Yalnız Söğüt Çiftliği adını vermemizin sebebi de işte bahsettiğim o ağaç. Ingleside ismini de çok sevdim. Çok güzel, sıcak bir isim.”

      “Gilbert da öyle dedi. Evin ismine karar verirken baya zaman harcadık. Birkaç isim denesek de hiçbiri tam olarak uymadı. Ama Ingleside aklımıza geldiğinde bunun doğru isim olduğunu gördük. Geniş, ferah bir evimiz olduğu için mutluyum. Ailemizin böyle bir eve ihtiyacı var. Çocuklar da bu evi seviyor. Her ne kadar henüz küçük olsalar da.”

      “Dünya tatlısı çocukların var.” dedi Diana ve kendine kurnazca bir dilimcik daha kesti çikolatalı pastadan. “Bence benim çocuklarım da çok tatlı ama seninkiler bambaşka. Hele ikizlerin yok mu! Gerçekten sana imreniyorum. Ben de hep ikizlerim olsun istemişimdir.”

      “Benim ikizlerden kaçışım yok. İkizler benim kaderim. Ama ikisinin birbirine hiç benzemeyişleri benim için hayal kırıklığı oldu. Birbirleriyle hiç alakaları yok. Nan kahverengi gözleri, saçları ve hoş ten rengiyle güzel bir kız. Ama babasının favorisi Di. Çünkü yeşil gözleri ve kızıl saçları var. Kıvrımlı kızıl saçları… Shirley, Susan’ın göz bebeği. Onu dünyaya getirdikten sonra uzunca bir süre hastaydım ve ona Susan baktı. O kadar ki kendi çocuğu olduğuna inanıyor neredeyse. Ona, ‘küçük kahverengi oğlan’ diyor ve çok şımartıyor.”

      “Hâlâ çok küçük ve üzerinden yorganını atıp atmadığını kontrol

Скачать книгу