Скачать книгу

de onu “adaş paşa” diye anıyordu. Her gün sık sık temas ettikleri gibi sofrada mutlaka beraber bulunuyorlardı. Yalnız Aygut’la Gültekin, Bülbül’le Gülbeyaz, ayrı yiyorlardı, ancak gece yarısından sonra birleşiyorlardı. Elçi paşa, yolda barınmak için üç sipahiye mükemmel bir çadır ve bir de çerge vermişti. Ayrıca üç de at uşağı tahsis etmişti. Bu sebeple Kara Mehmet’in ve yanındaki kadınların rahatı yerinde idi. Onların durumlarından tek bir kimsenin kuşkulanmaması ise bu rahatı manen de tekemmül ettiriyordu.

      Onlar baş başa kalınca Deli Murat’ın öcünü almak meselesini konuşurlardı, Gülbeyaz da Bülbül’e acıdığı ve kocasının her fikrine hemen uyduğu için o meseleye candan ilgi gösteriyordu. Bir gün hünkârdan mazlum ölünün öcü alınırsa kendini denize atan kadının da hırpalanacağını düşünmek onu bu işle ayrıca alakalandırıyordu. Fakat konuşmalar, hülya hududunu geçmiyordu, müspet bir yol düşünülemiyordu.

      İşte bu vaziyette bir gün elçi paşa, Kara Mehmet’i çağırdı.

      “Yiğit adaş…” dedi. “Yarın yola çıkıyoruz. Sultan Süleyman’ın konakladığı yerlere uğrayarak Beç’e kadar gideceğiz. O, koca bir orduyu bu yolda yürüttü. Biz bakalım, şu küçük kalabalığı onun izinde sızıltısız sürüp gidebilecek miyiz?”26

      Ve sonra dört yanına bakındı, bir sır tevdi ediyormuş gibi davranarak fısıldadı:

      “İşler, gün geçtikçe acayipleşiyor. Yedi düvel bize diş bileyip duruyor. Çok geçmez, saman altındaki sular meydana çıkar, büyük bir savaş başlar. Mümkün ki biz çevrilen Frenk dolabını temelinden yıkmak için gene Beç’e saldıralım. Bunun gününü kestiremem amma er geç olacaktır. Onun için yolculukta açıkgöz davranmalıyız. Suları ölçmeliyiz, köprüleri arşınlamalıyız, konak yerlerini bir iyi incelemeliyiz, ileride yapılacak yürüyüşte işe yarayacak bilgi elde etmeliyiz.”

      Elçi paşa, sade siyasi bir vazife görmekle iktifa etmeyeceğini, askerî tetkikler de yapacağını Kara Mehmet’e anlattıktan ve bu yolda çalışması lazım geldiğini ona hissettirdikten sonra bir cemile göstermek istedi:

      “Hünkârın Nemse çasarına27 yolladığı armağanları sana göstereyim. Bak, neler götürüyoruz. Yüz yıl önce böyle külfetlere katlanmazdık. Yalnız alırdık, şimdi veriyoruz, bol bol veriyoruz. Çünkü devir değişti, ihtiyar aslana döndük, kükrüyoruz amma korkutamıyoruz.”

      Elçinin Kara Mehmet’e seyrettirdiği armağanlar gerçekten nefis şeylerdi. En başta elmaslı bir sorguç vardı. Elçi bu armağanın bir yıllık Mısır vergisi değerinde olduğunu söylüyor ve bu kıymeti biçerken gözleri nemleniyordu, sonra bir direkli otağ geliyordu. Bu da Türk şaheserlerinden sayılacak bir şey olup halis ipekten örülmüştü, her yanı eşsiz resimlerle süslü idi, direği som gümüştendi. Otağa serilmek için yirmi seccade seçilmişti, her biri bir başka hüner taşıyordu. Onlara katılan beş Acem halısı ise paha biçilmez metalardandı.

      Kara Mehmet bütün bu güzel şeyleri hayran hayran seyretti, armağanlar arasındaki yüz muslin sarıkla kırk sırmalı ve kürklü hilati de gördü. Sonra elçi paşa ile ayrı bir yerde tavlaya bağlanmış olan on dört çöl dilberini, Arap atlarını temaşa ederek imrendi ve hayıflandı. Ancak bir Türk sipahisine yaraşan bu güzel hayvanların ata sağdan mı soldan mı bindiği belli olmayan Nemse çasarına gönderilmesini aykırı buluyordu. Atların on ikisi yelkendest dedikleri biçimdeydi, sade yularla gidiyorlardı. İkisi yetmiş akçeli yüz yetmiş sipahinin yetmiş yıllık gelirleriyle de tedarik olunamayacak kadar kıymetli eyerlerle süslenmişti.

      Elçi paşa, hayvanları adaşına gösterdikten sonra elini onun omuzuna koydu.

      “İşte…” dedi. “Bunlar güçsüzlük vergisidir. Bilek zayıfladı mı kese hafifler. Hazinenin musluğu kuvvettir.”

      Ve ilave etti:

      “Bir okka da amber var, gümüş bir çekmecede kapalı, Nemse çasarını eşine hoş göstermek için koku dahi götürüyoruz.”

      Elçi paşa, şu sözleriyle de anlaşıldığı üzere, hamiyetli bir adamdı. Kara Mehmet onun bağrı yanık görünmesinden istifade ederek sordu:

      “İşlerin gidişatını galiba hoş görmüyorsunuz.”

      O içini çekti, mırıldandı:

      “Allah encamımızı hayretsin. Biz boşuna akan bir suya benziyoruz. Kaynağımıza bakan yok. Bu bakımsızlığın sonu çok kötüdür. Ne yapalım ki bize sezip susmak ve fırsat düşünce güle güle ölmek düşüyor. Hünkâr av delisi. Askeri sınırdan sınıra koşturuyor. Kendi tavşan ardında koşuyor. Niçin her yıl savaş yaptığımız belli değil. Moskof’la dargınız, Lehli ile dargınız, Nemse’yle dargınız, Fransız’la dargınız, Venedikli ile dargınız. Yeryüzünde tek bir dost edinmemişiz. Kılıcımıza dayanıp sağa sola saldırıyoruz. Bu, niceye dek böyle sürer, bilmem ki.”

      “Hünkâr neden gözünü açmıyor, işlere çekidüzen vermiyor?”

      Elçi paşa, dik dik baktı:

      “Bunu bir gün gelir, onun yüzüne karşı soran bulunur, nasıl ki babasına da sormuşlardı. Şimdilik susmak gerek.”

      Kara Mehmet, bu doğru özlü ve doğru sözlü adamın şahsında kendi düşüncelerine uygun bir ruh sezip sevindi, fakat bahsin ilerisine gitmekten çekindi ve hazırlığını tamamlamak için izin alıp çekildi.

      Ertesi gün 295 kişilik bir kafile hâlinde yola çıkmışlardı. Kanuni Sultan Süleyman ruznamesine göre konaklaya konaklaya Viyana’ya doğru yol alıyorlardı.

      Kara Mehmet bu sırada Evliya Çelebi ile tanıştı. Sesi güzel, sohbeti tatlı bir adam olan bu ünlü seyyah, Viyana’ya elçi gideceğini işitir işitmez paçaları sıvamış, bir yolunu bulup kafileye iltihak etmişti.

      Her telden çaldığı için -elçiden seyislere kadar- bütün Viyana yolcularına çarçabuk kendini sevdirmiş bulunuyordu. At koşturuyor, cirit atıyor, kılıç oyunu yapıyor, masal söylüyor, şarkı ırlıyor, ilahi okuyor ve karşılaştığı adamın meşrebine göre davranıp gönül kazanıyordu. Kara Mehmet de bu gün ve yer görmüş adamdan hemen hoşlanıvermişti.

      İkinci menzil Çatalca idi. Elçi paşa orada yüz kırk üç yıl evvelki haşmetli gidişten bir hatıra nakletti:

      “Sultan Süleyman…” dedi. “Ara sıra dörtnala kaldırdığı atının kuyruğu ucundan bir karış geri kalmayan yayalara burada otuz bin altın bahşiş verdi. Hakkı da vardı: Attan ayrılmayan yaya… Öylesi adamları bugün bulsam eğilir, topuklarını öperim.”

      Evliya Çelebi de ayrı bir vakıa hatırlattı:

      “Galata’da Frenk beyzadesi Giriti de ordu ile beraberdi. Nemse ve Macar ili hakkında hünkâra haberler ulaştırıyordu. Kendisine bu menzilde ödünç diye otuz bin altın ve üç yüz bin akçe verildi.”

      Kara Mehmet, böyle hazineler dağıta dağıta giden o vakitki Türk ordusu hakkında malumat almak istedi ve sordu:

      “Sultan Süleyman’la bile kaç kişi ve kaç top vardı?”

      Evliya Çelebi, tarih aşkıyla sabırsızlık gösterdi, elçi paşadan önce cevap verdi:

      “Üç yüz top, iki yüz elli bin asker, altmış bin deve!.. Fakat topları çeken camuslar28 bile kanuna saygı gösteriyorlardı. O koca orduda çıt yoktu, dalgasız bir göl gibi azametli bir külçe hâlinde yürüyüp gidiyordu.”

      Bunları konuşurken üçünün de gözleri yaşarıyordu,

Скачать книгу


<p>26</p>

Osmanlılar, uzun asırlar, Viyana’yı Beç diye anmışlardı.

<p>27</p>

Çasar: Viyana’da oturan Alman imparatoruna verilen unvan. (e.n.)

<p>28</p>

Camus: Su sığırı, manda, kömüş. (e.n.)