Скачать книгу

Gençti, kuvvetliydi ve erkekti. Ayrı ayrı birer meziyet olan bu şeyler şimdi ayrı ayrı birer tehlike oluyordu ve mert delikanlı zelzeleye uğramaktan korkuyordu. İşte bu korku, vazife hatırlatan vicdani bir işaret gibi onu ayakta tutuyordu.

      O, sipahi Oyvad Bey’in küçük oğluyla birlikte bu kasabaya, bu şöhretli düşman kalesine süfli sahnelerde rol almak için gelmemişti. Mari değil, dünyalar güzeli bir kadın önüne çıksa iradesini muzaffer tutmaya mecburdu. Aldığı terbiye, taşıdığı akide de böyle davranmasını emrediyordu. Lakin tabiat, zalim ve müstehziydi. Bir kadının, günaha düşkün ve günaha âşık bir kadının, kendisini ılık bir rüzgâra kaptırarak meçhul akıbetlere sürüklemesini bu tabiat kolaylaştırmak istiyor gibi görünüyordu. Delikanlı bu durumda, körleşmekten başka çare bulamıyordu, gözlerini kapayarak nefsini, yanı başında yanan ateşten korumaya savaşıyordu.

      Kadın, hale ile örtülü bir ayın fırıl fırıl döndüğü zehabını uyandıran kıvrak hareketlerini tekrarladı ve aynı suali inledi:

      “Güzel miyim Dimitriyos, beni beğendin mi?”

      Körlük tehlikeyi perdelese bile, sesi yakıcı tesirini yapıyordu. İstemeye istemeye iç ezilişi geçiren Abdurrahman, cevap vermekten yine çekiniyor, fakat sabaha kadar dilsiz kalamayacağını da anlıyordu. Ne yapmalı, bu uçurumdan nasıl kurtulmalıydı?.. Bir mucize, bu vaziyeti kökünden değiştirecek ilahi bir mucize lazımdı. Hâlbuki o, mucizelerin yalnız zekâdan doğduğunu bilen bir Türk genciydi. İnsanların ancak insani kuvvetlerle idare olunduğuna imanı vardı. Ne yerlerin altından ne göklerin üstünden, beşerî işlere müdahale olunmadığına tam bir kanaat besliyordu. Bu sebeple, göze görünmeyen âlemlerden yardım umamazdı.

      Kara Abdurrahman, üzücü bir buhran içinde, sualine müspet ve uysal cevaplar bekleyen Kirya Mari de yakıcı bir heyecan içinde sallanırlarken toprağın derinliklerinden çıkar gibi görünen boğuk ve heybetli bir sada duyuldu:

      “Lanet, lanet, lanet!”

      Mari’nin gergin sinirlerinde, bu ses gürler gürlemez, bir ihtilaç belirdi, rengi uçtu, titreyen dizleri kıvrıldı, dudaklarından birkaç kelime döküldü:

      “Oh, Aya Marya, bana acı!”

      Beş saniye evvel çılgın bir ihtiras içinde tenine tasarruf edilmesi için yalvaran, beyaz alevden bir sütun gibi kıvır kıvır kıvrılan kadın, şimdi derin bir dehşete kapılmıştı, ismini taşıdığı azizenin mevhum varlığından yardım dileniyordu. Biraz önce boyuna fosfor döken gözlerden şimdi yaş sızıyordu.

      Abdurrahman’ın hâli, kadınınkinden daha acıklı gibiydi. O heybetli sadayı duyar duymaz, bu cesur genç de diz çöküvermişti, tıpkı Mari gibi Ortodoks Kilisesi ulularından yardım istiyordu, yanık yanık yalvarıyordu:

      “Benim suçum yok, Aya Dimitro. Bana ilişme, Aya Dimitro!..”

      Şehvetten dehşete geçen kadın, ateşin küle dönmesini andırır ve bir kuvvet olmaktan çıkar. Mari de öyleydi, şulesi sönmüş mum gibi bitkindi. Fakat ne o ne de Abdurrahman, şu tehlike haykıran yerden savuşmayı düşünmüyorlardı, düşünemiyorlardı. Toprak altından yüzlerine savrulan lanetler her ikisini de hem korkutmuş hem sersemletmiş olmalı ki, ölüleri yardıma çağırmaktan başka bir şey yapamıyorlardı.

      Uzun, hayli uzun bir zaman sonra Mari, Abdurrahman’dan önce, aklını başına toplayabildi, sekiz on istavroz çıkardı, muzdarip bir telaşla ayağa kalktı, maşlahını acele acele sırtına, örtüsünü de gelişigüzel başına geçirdi.

      “Aman!” dedi. “Çıkalım, bu uğursuz yerden çıkalım!”

      Abdurrahman, henüz kendini toplayamamış gibi dizüstü duruyor ve yine Aya Dimitro’yu sayıklıyordu. Mari’nin ikinci bir ihtarı üzerine başını kaldırdı, bön bön kadının yüzüne baktı. Bu bakışlarıyla, beşerden üstün kuvvetlerin elinden nereye kaçılabileceğini soruyor gibiydi. Mari, dudaklarındaki titremeyi dişleri arasına alıp çıtırdata çıtırdata yeni baştan inledi:

      “Kaçalım, buradan kaçalım.”

      Belki o, tekin olmayan bu şeametli17 yerden uzaklaşıp başka bir vuslat köşesi arayacaktı. Onları telin eden büyük kuvvet de bu günahkâr maksadı sanki anlamıştı. Zira mahut ses, o boğuk ve heybetli ses, bir daha gürledi:

      “Suçlular geberecektir!”

      Mari, ikinci defa olarak yere diz çökerken, Abdurrahman fırladı, çığlıklar kopara kopara kameriyeden uzaklaştı. Mari de bir lahza sonra aynı şeyi yaptı, dizleri büküle büküle evin yolunu tuttu. Eğer kaçış istikametini Abdurrahman’ın kulübesine doğru çizmiş ve onun ardından gitmiş olsaydı, yirmi otuz adım ileride genç adamın ciddileştiğini, o korkunç sesin, fakat yumuşayarak, bu sefer onun dudaklarında belirdiğini ve “Aferin kara oğlan, iyi yaptın.” kelimelerini üfürdüğünü işitirdi. Lakin o, meçhul kuvvetlerin saçlarına yapışarak kendini yılanlarla, ejderhalarla, gulyabanilerle dolu uçurumlara sürükleyeceklerini, boynuna kızgın gerdanlıklar takılacağını, etine ateşten çiviler sokulacağını kuruntulayarak ve bu vehmin tazyikiyle zangır zangır sarsılarak yatağını aramıştı.

      Biraz sonra o yumuşak ve güzel kokulu yatağın içindeydi. Genç ve dinç bahçıvan yamağını artık düşünmüyordu. Bütün şamdanları yaktırarak, hizmetçisinin ellerine sarılarak bu maceradan ruhuna bulaşan izleri unutmaya çalışıyordu.

      İhtiras delisi kadın, küçüklüğünden beri işlediği sayısız aşk günahlarının azabını ilk defa olarak duyuyor ve din ulularının bu zincirleme günahlardan artık gazaba gelip kendini cezalandırmak istediklerine inanıyordu.

      Hizmetçi kız, her gece tenezzühünden mesut bir yorgunlukla, sarhoş bir neşeyle dönen madamın bu geceki perişan hâlinden şaşırmış olmakla beraber, bir şey soramıyor, onun ellerini ovuşturmakla iktifa ediyordu.

      Beri tarafta, Abdurrahman kulübeye girmiş, bıyıklarını, tatlı bir şeymiş gibi, eme eme uykusunu dağıtarak kendini bekleyen ustasıyla birleşmişti. İhtiyar bahçıvan, tahmin ettiği vakitten çok evvel geri dönmüş olan yamağını görür görmez telaş gösterdi.

      “Evlat…” dedi. “Erken döndün. Ters bir iş yapmış olmayasın?”

      Abdurrahman, korkuyormuş gibi görünerek sesinde titremelerle cevap verdi:

      “Baskına uğradık usta, baskına. Az kaldı ki oradan ölümüz çıksın!”

      “Amma yaptın ha! Bizim sarayda baskın, ağaçta balık gibi bir şey olur. Sizi kim basar ki?”

      “Cinler, periler, evliyalar bastı!”

      “ Gevezeliği bırak da doğru söyle. Niçin erken döndün?”

      Abdurrahman vakıayı anlattı. Duyulan sesleri hikâye ederken baygınlık geçiriyormuş gibi davranıyor, “Aman Allah’ım, sana sığındım!” tekerlemeleriyle ellerini yüzüne kapıyordu. İhtiyar bahçıvan bu ustalıklı masalı dikkatle dinledi.

      “Tuhaf şey!” dedi. “Bu periler, bu evliyalar kaç yıldır neredeydiler? Seyislerin, kâtiplerin, uşakların kameriyeleri boş bıraktıkları gece yoktur. Eğer her ziyaretten bir yadigâr kalmak mümkün olsaydı Kir-ya Mari’nin bugün bir orduluk evladı olurdu. Yer altındaki evliya efendiler yıllarca sabrettiler de bu gece mi kızdılar? Yahut o işler evvelce namuslarına dokunmuyordu da bu gece mi dokundu?.. Bunda bir düzen var!”

      “Ne düzeni olur usta?.. Dizlerimin bağı hâlâ çözük. Yüreğimin gümbürtüsü hâlâ coşkun.”

      İhtiyar, ak bıyıklarını bir daha ve bir daha emdi.

      “Hele bakalım…”

Скачать книгу


<p>17</p>

Şeamet: Uğursuzluk, kademsizlik, nuhuset. (e.n.)