Скачать книгу

beni takip eden hukukçular tarafından yakalanmış olsaydım, kesinlikle kurşuna dizilirdim. Pasifik kıyılarına ulaşmayı başardım -San Francisco’ya yük taşıyan- ve bana ihtiyacım olan güvenliği sağlayabilmek için yükünün sadece yarısını alarak yelken açmayı göze alabilen cömert kaptanına müteşekkir olduğum bir İngiliz gemisine bindim. Bu kaptan, birkaç gün sonra beni Brisbane’e giden Hollanda bandıralı bir gemiye transfer etti çünkü tam o sıralarda Queensland’e yerleşmeyi düşünüyordum. Mürettebatı fazlasıyla güçsüzdü, bir ya da iki ülkesiz Avrupalı dışında, başta Hintli ve Malezyalı olmak üzere tüm dillerden oluşan bir tayfası vardı. Gemi, kaptanının emriyle verilmiş olan görevlere bile sanki güçlükle yetebiliyordu ve ne karşılaştığımız ilk fırtına bizi tamamen rotamızdan çıkardığında ne de kaptanımızın birkaç gün boyunca kısmen korkudan, kısmen de sarhoşluğundan kendinden geçmiş ve gemiyi tekrar rotasına sokma yeteneğinden kesinlikle yoksun olması, beni hiç şaşırtmadı. Bir gece yaşadığımız muazzam bir darbeyle uykumuzdan uyanmıştık; hikâyemle ilgisi olmayan, bir gemi enkazının teferruatlarıyla sizi sıkmak istemiyorum, kısacası o gecenin sonunda, gün ağarmak üzereyken, kendimizi bir anda yaklaşık bir mil genişliğinde, dümdüz arazisiyle bir adanın kıyısındaki mercan kayalıklarının üzerinde bulduk. Pusula tümüyle paramparça olmuştu, ne bu adanın konumunu tespit etmek ne de ağustos ayı içinde güneydoğu ticaret rüzgârlarının hangi bölgeden yaklaştıklarını öğrenebilmek için yapabileceğimiz bir şey vardı. Kıyıya çıktık, ancak adayı keşfe çıktıktan sonra ekibimiz kısa süre içinde bizi bir süreliğine idare edecek kadar kakao çekirdeği ve yakalayabildikleri kadar balıkla geri dönmüştü, denizcileri cezbedecek başka hiçbir şey olmadığından tüm mürettebat kısa sürede yorgun düşmüştü. Zaten kaptan da bu yüzden, kısa süre sonra kendisini ve cesaretini toplayıp, tayfalarına gemiye dönmelerini emrettiğinde büyük zorluk çekmemişti, gemi enkazından toplanan tahtalardan bir tekne inşa ettirmeye başlayacaktı, böylece rüzgârları takip etme imkânı bularak yolumuza çıkabilecek gemilerden birine ulaşabilecektik. Bu kesinlikle biraz zaman alacaktı ve bu arada benim karada (kendi dileğimle) kalmama izin verildi; geminin gürültüsü, kiri ve kötü kokuları, özellikle de o iklimde dayanılmazdı.

      “25 Ağustos 1867 sabahı saat on civarında, adanın güney ucuna doğru çıkmış, ağaçlardan arınmış küçük bir tepe üzerinde uzanmış, hemen karşımda sadece çalılık ve genç fidanlarla kaplı bir çeşit koruluk alana bakıyordum, yirmi derecelik bir açıyla bu ağaçların arasından ufukta uzanan gökyüzünü görebiliyordum. Birden, başımı yukarı doğru kaldırdığımda ilk anda güneşten çok daha yüksek, büyük, parlak yıldıza benzeyen bir şey gördüm. Sanki bir an için güneşi bile gizlemişti. Başka bir anda yaşadığım muazzam bir sarsıntı, geçici olarak beni tüm duyularımdan mahrum etmişti, sanırım kendime tekrar gelene kadar bir saatten fazla zaman geçmiş olmalıydı. Oturmaya çalıştığımda, aklım hâlâ biraz karışmış hâldeydim ve etrafıma baktığımda çok tuhaf bir kazanın meydana gelmiş olduğunun farkına vardım. Her yöne doğru geçilmez ormanlarla kaplı bir savaş alanında, konfederasyon ordularının düşmanın sahasına getirebileceği en büyük silahlarla birkaç saat boyunca onları bombaladığında, bir kereden fazla tanık olduğum yıkım gibi bir şeylerin olduğuna dair izler gördüm. Ağaçlar devrilmiş, parçalanmış, dalları her yöne dağılmış, taş parçaları, toprak ve mercan kayalıkları her tarafa fırlamıştı. Özellikle de hatırı sayılır boyutta bir metal parçasının iki ya da üç ağacın tepesini kesmiş, tüm bedenini ikiye ayırmış ve onların darmadağın bir hâlde yere devrilmiş olduklarını hatırlıyordum. Kısa süre sonra bu mucizevi bombardımanın kuzey-doğuya doğru ilerlediğini, o mevsimde ve o saatte bu yönün güneşin doğuş yönü olduğunu algıladım. Güneş giderek yükselmeye başladığında, yıkımın kanıtlarının her geçen dakika daha belirgin, daha korkunç bir hâle geldiğini söyleyebilirim. Darmadağın etrafa saçılmış ağaçlar, parçalanmış kökler, birbirlerine çarparak paramparça olmuş kayalar ve çok uzun mesafelere kadar fırlamış, hatta ve hatta bazıları sanki havaya atılarak, düşmenin etkisiyle toprağa ters dönerek gömülmüş, yosunlu alt yüzeyleri ortaya çıkmış mercan kayalıkları her yerdeydi. Tek kelimeyle, daha iki mil gitmeden adanın ancak bir depremin sebep olabileceği bir şokla sarsıldığını anladım, depremin şiddeti kesinlikle Orta Amerika’da gerçekleşen depremlerin şiddetine eşitti, ancak bu tür doğal sarsıntıların hiçbir karakteristik özelliğine sahip değildi. Tam bu sırada, genellikle küçük ancak görünüşte çok kalın ve büyük bir tabakadan yırtılmış bir veya iki olağanüstü boyut ve şekilde parlak, soluk sarı bir metalin parçalarına rastladım. Bir noktaya geldiğimde, bu pürüzlü parçaların ikisinin arasına gömülmüş, son derece sertleşmiş bir çimento parçası dikkatimi çekti. Sonunda darmadağın olmuş ağaçlık alandan çıkmış, gemi enkazının bulunduğu kayalıkların göründüğü noktaya gelmiştim; ancak kendimi toparlayıp dikkatlice o yöne baktığımda geminin tamamen yok olmuş olduğunu fark ettim. Deniz kenarına geldiğimde depremin yaşatmış olduğu şokla denizin oldukça yüksek oranda karaya doğru yükseldiğini gördüm; elli metre kadar iç kısma yükselmiş olan tuzlu suyun içinde yatan ölü balıklar vardı. Sonunda, giderek artan yıkımın işaretlerini takip ederek bu talihsiz olayın başlangıç noktasına ulaştım. Orada bulduğum şeyi kelimelerle tarif etmem mümkün değil. Sanki dünya bir anda yırtılarak açılmış ve devasa bir patlamanın yarıkları onun derinlerine kadar kök salmış gibiydi. Bazı yerlerde, birkaç metre derinlikte adanın yatağını oluşturan mercan kayalarının keskin uçlu parçaları, sanki gerçek yüzeyin çok daha altındaymış gibi görünüyordu. Diğer tarafta ise yüzeyin kendisi her türlü moloz ve enkaz parçalarıyla birkaç fit kadar yükselmişti. Krater diye nitelendirebileceğim şeyin -gerçek bir delik olmamasına rağmen yere düşen parçalarla dolu ve yırtılmış derin bir boşluk vardı- çevresi iki ya da üç fit genişliğindeydi ve bu alanda da genel olarak çimento parçalarına bağlı aynı metalik maddenin önemli kütlelerinden buldum. Bir süre şaşkınlık içerisinde bu garip sahnenin detaylarını incelemeye çalıştım ve sonrasında dikkatimi geminin ve mürettebatın izlerini aramaya yönelttim ve kısa süre sonra sığ mercan kayalıklarının önünde, eskiden geminin küpeştesi olduğunu fark ettiğim ve şimdi boş bir şekilde suyun üzerinde bir yelken direğinden kalanlarla birlikte yüzen parçasını gördüm. Şiddetli sarsıntının oluşturduğu şok darbesiyle açıkta sabitlenmiş olduğu derin sudan ayrılarak, sığ mercan kayalıkların bulunduğu, kıyıya çarparak hemen batmış olduğundan hiç şüphem yoktu. Etrafta gemi mürettebatına dair hiçbir iz görünmüyordu. Muhtemelen derin sulara düştükleri sırada bayılmış ya da sersemlemiş ve tüm hayvan kemiklerinin ve enkazın bulunduğu geldiğim bu noktaya ulaşamadan da köpek balıkları tarafından yutularak öldürülmüş olmalıydılar.”

      Bu sırada Albay, masasının bir kısmını tamamen örtmüş olan gazeteyi çekip aldı ve bana her tarafından büyük darbeler almış, ciddi anlamda kirlenmiş olmasına rağmen çok az paslanmış ve görünüşe göre eskiden gümüş rengine sahip olan metal bir kasayı gösterdi. Sonra onu açtı ve ilk gördüğüm şey bu kasanın inanılmaz yoğunlukta bir kalınlığa ve sağlamlığa sahip olduğu oldu, bunca zaman boyunca lehte olan koşulları, onun tanımladığı şekliyle genel anlamda bu enkazın korunmasını sağlamıştı. Çok şiddetli ve sarsıcı bir darbe almış olduğuna kesinlikle hiç şüphe yoktu. Kasanın hemen yanında, darbeden ciddi anlamda etkilendiği belli olan, ancak daha az hasar görmüş, belli açılardan kayda değer kalınlıkta bir kitaba benzeyen ve kasanın metaline bağlı olan cismi fark ettim. Daha sonra bunun, ana bileşeninin alüminyum ya da ona basit kimyasal testlerle ayırt edilemeyecek kadar yakından benzeyen maddeden üretilmiş yarı metal bir alaşım olduğunu belirledim. Parçanın bir kenarından kopan küçük kısmı bir arkadaşıma gönderdim, yapmış olduğu

Скачать книгу