Скачать книгу

ve siyasallaşmasını kökleştirmiştir. Bu temelde, Müslüman âlimler de kurumsal dini, gelenekçiliği ve siyasi otoriteyi zedelememek üzere mezhepler üzerinden faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Zamanla katı muhafazakârlığa/Müslümanlığa dönüşen bu anlayış, yenilenmeyi, çağı yakalamayı da engellemiştir. Bu gerçeği anlamak için Müslümanlık geleneği, mezhep ve tarikatlarla çatışmak doğru değil, çözüm de değildir. Gerçeklere ulaşmak için hiçbir kesimle mücadele etmeden doğrudan İslam ile muhataplık inşa etmek gerekir.

      Mezheplerden hiçbiri ve hiçbir görüş, yorum veya içtihat mutlak değildir ve dini tanımlamaz. Kendi koşullarında, dönemlerinde ortaya çıkmış, yaşanmış ve tarih içinde kalmışlardır. Kuşkusuz mezhep imamlarının, müçtehit ve âlimlerin görüşlerini, eserlerini yok saymak, yararlanmamak söz konusu değildir.

      Bugünkü anlayış bağlamında Kur’an’a, akla, çağın ruhuna uygun düşmeyen görüş ve yorumları tarihsel olarak görmek zorundayız.

      Fırkalar, mezhepler, tarikatlar, gruplar, cemaatler, partiler, ideolojiler Müslümanlar tarafından dini referanslarla geliştirilen modellerdir. Bazıları siyasi, bazıları resmi, bazıları yarı resmi ve bazıları da gayri resmi oluşumlardır. Hiçbiri din değildir ve dinin yerine geçmez. Dönemlerine, koşullara ve faaliyetlerine göre yararlı veya zararlı olabilirler.

      Asr-ı Saadet dediğimiz Hz. Peygamber döneminde, mezhep, cemaat, tarikat gibi beşerî oluşumlara rastlanmamaktadır. Benzer oluşumların Hz. Peygamber’den sonra farklı zaman diliminde ortaya çıktıkları bilinmektedir.

      Dinde yeri olmayan siyasi ve itikadi mezhepleri ayrı tutuyorum ancak ameli mezhepler, dini hayatın kolaylaştırılması için din âlimlerinin içtihatlarından teşekkül etmiştir. Zamanla kurumsallaşmış ve dini hayatı kilitlemiştir.

      Siyasi, itikadi ve ameli mezhepler, daha sonra da tarikatlar ve cemaatler dinin yerini almaya başlayınca din farklı yorumlarla önce Müslümanlaştırıldı, sonra da fırkalarla tanımlanmaya başlandı. Her fırka kendisini “Fırka-i Naciye” (tek doğru-kurtuluş adresi) olarak “din/İslam” gibi görmeye başladı. Böylece din/İslam; evrensel kimlikten çıkarılarak coğrafi, yerel ve milli bir kimliğe bürünmüş oldu.

      Her fırkanın, grup ve milletin kendisine özgü bir dini oldu. Dahası bütünden parçalara bakmak yerine her kesim inandığı, yaşadığı dini “İslam” olarak tanımlayarak parçayı bütünün yerine ikame etti. İnsanlığın ve tüm varlıkların ortak paydası olarak “İslam bilinci” kayboldu. İslam artık Müslümanların dahi ortak paydası olmaktan çıktı.

      Asırlardır “İslam” olarak takdim edilen din, esas olarak bir mezhep, fırka, devlet veya milli ve coğrafi bir aidiyeti ifade eden, farklı kültürlerle inşa edilmiş İslamsız bir Müslümanlıktır. Yaşadığımız kaos ve karanlığın bir nedeni de işte bu dindir çünkü örgütlü din, yeryüzünün en tehlikeli yapılanmasıdır. Bugün de yeryüzünün en tehlikeli yapılanması hiç kuşkusuz örgütlü dini gruplardır.

      Esas itibarıyla mezhep imamlarının hiçbiri, sınırları çizilmiş, kesinleştirilmiş ve net olarak belirlenmiş bir alanı tarif etmemiştir. Kendi anlayışlarına göre yorumlar yapmışlar, müzakere ve münazaralarda bulunmuşlar, kuvvetli deliller karşısında görüş değiştirmişler ve değişime hep açık olmuşlardır.

      Daha önemlisi içtihatlarını, iktidarların belirlediği kriterlere göre değil, özgür iradeleriyle ortaya koymuşlardır. İktidar onayıyla ve iktidarla barışık ilmî faaliyetleri ve içtihat yapmayı reddeden İmam Şafiî, İmam Ebu Hanife, İmam Ahmet b. Hanbel gibi müçtehitlere yönelik baskılar, şiddet ve işkenceler bilinmektedir.

      Onları seçkin kılan bu davranış biçimleri olduğu kadar, kamusal alandan uzak durarak sivil-toplumsal alanda faaliyet göstermiş olmalarıdır. Ayrıca kamu görevlisi olmayı reddetmeleri ve topluma yönelik baskılara karşı duyarlılık göstermeleri onları farklılaştırmıştır.

      Esas mezhep kurucuları bu seçkin imamların talebeleri olmuştur. İçtihat sınırlarını, taklit ettikleri imamların yorumlarıyla sınırlandırmaları ve yorumlarını tercih ettikleri imamı taklit etmeyi yeterli bularak içtihatı sadece bu yorumlar üzerinden belirlemeleri mezhep taasubuna yol açmıştır.

      Zamanla bu taasub, mezhepleri din statüsüne çıkarmış ve Kur’an’dan uzaklaştırmıştır. Artık mezhep farklılıkları sadece fıkıhta/hukuk yorumlarında değil, dinde de farklılaşmaya, ayrışmaya yol açmıştır. Kur’an ışığında çağın ruhuna ve toplumsal koşullara göre şekillenmesi gereken fıkıh/hukuk, mezheplerin dar kalıplarında sıkışarak gelişmelere karşı bağnazlığa, taklide sığınmıştır. Böyle bir anlayışın tabii sonucu olarak geleneksel fıkıh mezhepleri, tarihî aksiyoner, değişimci fonksiyonlarını yitirerek “kara kaplı” kitaplarla yetinmeye ve bilimsel araştırmalara karşı direnmeye çalışmışlardır.

      6- Tasavvuf

      Tasavvufun birbirinden farklı çok sayıda tanımı vardır. Lakin Ma’rûf-i Kerhî tasavvufu şu şekilde tanımlamaktadır: “Tasavvuf hakikatleri almak, sırlar hakkında konuşmak ve halkın elindeki şeylere ümit bağlamamaktır.”

      Kerhî’nin bu tanımından onun, tasavvufu dünyevi olana itibar etmemek ve varlığın özünü, ruhunu anlamayı amaçlayan bir din anlayışı olarak gördüğünü anlıyoruz.

      Tasvvuf ne Hint mistisizmi ne de antik Yunan felsefesinin uzantısıdır; Kur’ân ve Sünnet’in insana, hayata, ahlaka, topyekün yaşamın her alanına dair felsefesini, kalbî derinlikle hissetmektir ve bunu muhabbet, mârifet, aşk, takva ve vecd içinde yaşamaktır.

      Tasavvufu; herhangi bir dinin derunî, ruhanî yönünü belirten “mistisizm” olarak tarif eden ve bu bağlamda Müslüman tasavvuf anlayışını da “İslam mistisizmi” olarak tanımlayanlar olsa da tasavvuf ve mistisizmin ayrı ve farklı şeyler olduğu ortadadır. Sufilerin tasavvuf düşüncesi dünyada “muhabbetullah” (Allah sevgisi) ve ahirette “cemalullah” (Allah’ı seyretmek) biçiminde özetlenebilir.

      Tasavvuf ve tarikat aynı şeyler değildir. Tasavvuf; bireyseldir. Sufi, birey olarak her türlü kötü düşünceden, bunun için de dünyalıklardan soyutlanarak saf, temiz, arınmış olarak Allah’a ulaşmaya çalışır. Cennete gitmek veya cehennemden korunmak gibi bir beklentisi de yoktur. Sufiler bir mürşide ihtiyaç duyarlar ancak aşkları mürşide değil Allaha’dır. Bir sufinin tek amacı, cemalullahı bir kez de olsa seyretmektir. Sadece dünyayı değil, cenneti de cehennemi de umursamaz.

      Tarikat ise şeyhin öncülüğüne ve şefaatine ihtiyaç duyar. Müritler cehennem korkusu yaşadığı için cennete gitmenin yollarını ararlar. Şeyhin bütün müritlerine Allah katında şefaat edeceğine ve hepsinin cennete gitmesini sağlayacağına inanırlar. Bunun karşılığında şeyhe sadakatle bağlanır ve iradelerini tamamıyla şeyhe teslim ederler.

      Sorgulanması gereken, “Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O’nundur. O’nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir?” (Bakara/2:255) ayetiyle Allah’ın izni olmadan peygamberler dahil hiç kimsenin şefaat edemeyeceği çok açık ifade edildiği hâlde, henüz yaşarken şefaat etme garantisi nasıl verilebilir?

      “Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz.” (A’raf/7:6) ayetiyle peygamberlerin dahi sorguya çekilecekleri kesin olarak belirtilmektedir. Buna göre veli, mürşit, gavs, hazret, şeyh, halife ve imam gibi önderlerin hesap vermeden cennet garantileri yokken, henüz yaşarken sadık müritlerine nasıl olur da cennet garantisi verebiliyorlar?

      Hesap gününün tartışmasız “tek maliki/hâkimi” (Fatiha/1:4) Allah olduğu hâlde müritlerini kibrit kutusunda veya bir himmet ve şefaatle hesap vermekten nasıl

Скачать книгу