Скачать книгу

çıkarak, birkaç günlük seyahatler hâlinde, Hoca’yı Konya’daki evinde ziyaret ederek bu çalışmayı gerçekleştirdik. Mikâil Hoca’nın ilerleyen yaşı ve çeşitli hastalıkları nedeniyle, bu çalışmaların sekteye uğradığı dönemler elbette oldu. Ancak eksik kalan bölümleri, bilahare kendisiyle yeniden söyleşip tamamlayarak yayına hazırladım. Süreçteki bir diğer sorun ise, 2020 Mart ayından itibaren küresel bir afete dönüşen koronavirüs salgınıydı.

***

      Sonuç itibarıyla, elinizdeki bu iki kitap çalışması, kıymetli Mikâil Bayram Hoca’nın birikimlerini kayıt altına almak ve gelecek nesillere aktarabilmek açısından, önem verdiğimiz bir projeydi. Ümit ediyorum, kitabın okuyucuları ve ilgilileri de içerik ve kapsam itibarıyla beklediklerini bulabilirler. Çalışmanın eksikliklerinden, elbette söyleşiyi yapan ve yayına hazırlayan sıfatıyla doğrudan ben sorumluyum.

      Bu vesileyle, son olarak; Mikâil Bayram Hoca’ya, sağlık durumunun elverdiği ölçüde içtenlik ve özveriyle çalışmaya katkı sağladığı için müteşekkirim. Keza, kıymetli eşi Ayşe Bayram Hanımefendi’ye de hoşgörüsü ve nazik ev sahipliği için şükranlarımı sunarım. Bu iki kitabın değerli yayıncısı ve sevgili ağabeyim Yasin Topaloğlu’nun maddi-manevi desteği olmasaydı, elbette bu çalışma ortaya çıkma imkânı bulamazdı; kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu kıymetli çalışmayı kendi adıma, zor günlerimizde daima yanımda olan, sevgili annem ve babam, Ayşe ve Mikdat Koç’a armağan etmek istiyorum.

Mehmet Akif KoçBalgat, 1 Haziran 2021

      1.

      Asr-ı Saadet ve Medine Sözleşmesi

      “Peygamber çağı” demek olan bu sözle, Hz. Peygamber’in yaşadığı dönem kastedilir. O’nun Mekke’de geçen 13 senelik nübüvvet dönemi içerisinde bir yöneticilik formasyonundan ve siyasi otoritesinden söz edilemez. Ancak Medine’ye hicretinden sonra, Hz. Peygamber’in siyasi bazı aktiviteleri göze çarpmaktadır. Medine’ye geldiğinde, şehirde 3-4 kabile hâlinde Yahudi topluluklar yaşardı, bunların dışında Medine’nin yerlileri olan Araplar vardı, yine çok az olmakla birlikte Hristiyan bir cemaat de şehirde bulunmaktaydı. Bunların arasına Müslümanlar da katılmış oldu. Mekke’den gelen Muhacirlerle, bunları himaye eden yerli dindaşları konumundaki Ensar bu Müslüman cemaati oluşturuyordu.

      Hz. Peygamber Medine’ye gelince, bu farklı toplumsal cemaatlerle birtakım görüşmeler yaptı, bu aynı zamanda bir sosyal ve siyasal açılım anlamı taşımaktaydı. Bu görüşmede onlara, şehirde tüm bu cemaatlerin bir arada yaşayacağını, barış ve huzur içinde yaşanabilmesi için evvela ortak hukukun belirlenmesi gerektiğini kaydetti. Bu hukukun tesisinin birbirlerine karşı hak ve yükümlülükleri ortaya koyacağını belirtti, bu kanaat diğer cemaatler tarafından da kabul edildi ve Medine Sözleşmesi olarak bilinen bu ortak yaşam formunda, Hz. Peygamber hakem olarak kabul edildi.

      Muhammed Hamidullah’ın da ifade ettiği gibi Müslümanlar bu şehirde azınlıktı ve %10-15 civarında bir nüfusa sahipti. Buna rağmen hakemliğin Peygamber’e verilmiş olması manidardır. Bunun sebebi de hiç şüphesiz, onlara teklif ettiği konuların haklı ve makul bulunmasıydı. O anda hemen yazıya dökülmüş olmasa da (Bilahare hadis kitaplarında yazıya geçirildi.) bu prensipler cemaatler arasında kabul gördü. Onun bu girişimdeki rolü ve önderliğinden dolayı, söz konusu sözleşmenin uygulanmasında kendisini hakem olarak kabul ettiler.

      Burada önemli bir hüküm var; Medine Şehir Devleti, dışarıdan bir tecavüze uğrarsa Medine’de sakin olanların hepsinin ortak düşmana karşı birlikte mukabele etmesi esastı ve bu ortak savunma ahdi, sözleşmenin özünü oluşturmaktaydı. Bu sözleşmenin başarısı çevrede fark edilince, Medine çevresindeki kabileler de müracaat edip, kendilerinin de sözleşmeye dâhil edilmesi talebinde bulundular. Bu yüzden, sözleşmeye iki madde daha eklenip, o kabilelere de hitap eder bir konuma getirilmişti.

      Bununla birlikte, söz konusu sözleşmenin uygulanmasında bazı problemler de ortaya çıktı. Örneğin, bir pazar yerinde bir kadın bir müşrikin tecavüzüne uğradı, kadın bunun üzerine Müslümanlardan yardım talep edince, bir Müslüman erkek o mütecaviz adama sopayla vurarak onu öldürdü. Bu hadise, adli bir problem meydana getirmiş oldu. Hz. Peygamber o adamın kabilesine adamın diyetini ödetmişti.

      Bu sözleşme ilk defa Hendek Savaşı’nda zedelendi, zira anlaşmaya göre Medine dışarıdan birilerinin hücumuna maruz kalırsa, bu ortak düşmana karşı herkesin birlikte mukabelede bulunması gerekirdi. Vâkıâ, burada yardımlaşmadan da bahsedilebilirdi. Ancak Beni Kurayza Yahudileri, sözleşmeye aykırı olarak Mekkeli müşriklerle anlaşarak, hendeği aşmaları için onlara geçit sağladılar. Müslümanlar uyanık davranarak bu geçidi kapattı ve şehir savunmasının düşmesini önlediler.

      Sonuçta Mekkeliler geri çekildi. Mekkeliler geri çekilince, Hz. Peygamber sözleşmenin uygulamadaki hakemi konumunu kullanarak, bu hıyanet içindeki grubu cezalandırmayı düşündü. Beni Kurayza’yı muhakeme etti, bu sırada hüküm verilmesi için diğer Yahudilere de danıştı; onlar da Tevrat’a göre cezalandırmayı tercih ettiler. Tevrat’ta bu tür durumlarda verilecek cezanın ölüm olduğu yazılıdır. Hz. Peygamber bu hükme göre esas suçlu konumundaki sekiz kişiyi belirledi, bu sekiz kişinin öldürüldüğü kaynaklarda rivayet edilir.

      Bu hadiseden sonra bu sözleşmenin uygulanmasında ve sürdürülmesinde bazı pürüzler ortaya çıktı.

      2.

      Medine Dönemi ve İslam Devleti’nin Civar Kabilelerle İlişkileri

      Medine Sözleşmesi’nin tam ve güçlü bir şekilde uygulanmasının neticesinde, Medine Şehir Devleti içerisinde, Müslümanların nüfuzu arttı. Bu nüfuz ve prestij artışına, nüfus artışı da eklendi. Keza Medine dışında ve civar kabileler nezdinde de Müslümanların gücü ve prestiji arttı. Hz. Peygamber artık civardaki kabilelere karşı tasarrufta bulunmaya başladı ve Müslümanlara karşı taşkınlık gösterenlerin üzerine askerî seriyyeler göndermeye başladı.1

      Bir süre sonra Müslümanların otoritesi artınca Mekkeli müşriklerin taşkınlıkları da azalmaya başladı ve bu süreç Mekke’nin Fethi neticesini doğurdu.

      Dönemin Araplarına zor gelen bir başka uygulama da zekât vergisinin alınması ve ihtiyacı olmayanlara verilmesiydi, bunun için de bu mali yükümlülüğü yürütecek bir kadroya ihtiyaç duyuluyordu. Böylece zekât memurları ve mali görevliler ortaya çıktı. O dönemde kabileler birer idari birim olarak düşünülmekteydi. Her kabile için ayrı birer zekât memuru tayin ediliyordu.

      Hz. Peygamber Medine devrinin sonlarına doğru oldukça güçlü bir devlet adamı konumundaydı. Bahreyn ve bazı bölgeler hariç, Arap Yarımadası’nın hemen tamamı Medine’nin hâkimiyetindeydi; koca Yemen kontrol altına alınmış, başına bir vali tayin edilmişti, benzer şekilde farklı bölgelerde vali tayinleri yapıldı.

      Bu dönemde Hz. Peygamber komşu devlet büyüklerine mektuplar yazarak onları İslam’a davet ediyordu. Bu bağlamda kayda değer bir hadise Sâsânî Devleti’nin İslam’a karşı tutumudur: İran Şahı Hüsrev Perviz, Yemen’deki kendi valisine bir mektup yazarak, Hicaz bölgesinde bir adamın peygamberlik iddiasıyla insanları yeni bir dine çağırdığından bahisle, o adamı sağ olarak yakalayıp kendisine göndermesini emretmişti. Bu rivayet İran kaynaklarında yer alsa da İslam kaynakları bunu zikretmez. Ancak bunun üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden, İslam orduları İran topraklarını fethedip Hüsrev Perviz’in mülkünü ortadan kaldırdı.

      3.

      Hz. Peygamber Devrinde Zekât, Faiz ve Ganimet Uygulamaları

      Asr-ı Saadet döneminde

Скачать книгу


<p>1</p>

Bu cümleden olarak Hz. Peygamber, Bir’i Mâune Kuyusu başındaki katliamdan sonra uzun süre bunu yapan Beni Lian kabilesini lanetledi. Bu kabile halkı Müslüman olunca Peygamber de onlara lanet okunması uygulamasını kaldırdı.