Скачать книгу

zorla kendimi tutardım.

      Bir gün Bidar’ın yanında idim. Kitaplarını karıştırırken büyük bir albüm gördüm. Aldım, bakmaya başladım. Bu, vücut güzelliklerini mukayese eder binlerce çıplak kadın heykeli resimlerinden müteşekkil bedii bir mecmua idi. Kalın sahifelerini çevirdikçe Bidar yanımda:

      “Filan heykeltıraşın, filan sanatkârın” diye tafsilat veriyor, yapılış tarihini, hangi müzelerde bulunduğunu, kimlerin malı olduğunu, her resmin altındaki İtalyanca yazıları okuyarak, söylüyordu. Kadın güzelliğinin en gizli en mahrem anatını ifşa eden bu çıplak statü resimlerine bakarken hep zevcemi düşünüyordum. Hiçbirisi onun kadar güzel değildi. En mütekâmil olmak üzere yapılanlarında bile sanki görünmez bir kusuru vardı. Az daha Bidar’a: “Bunların içinde Efser kadar güzeli var mı?” diye soracaktım. Bana tamamıyla ondan geçtiğine kani olduğum bir hicap ile kendimi tuttum. Sanki bunu sorsaydım pek mukaddes, pek muhterem bir şeye küfretmiş olacaktım. Fakat fikrimi saklayarak, aklımda hiç Efser yokmuş gibi:

      “Artık böyle vücutlar, böyle sırtlar, böyle kalçalar, böyle kollar, böyle çehreler yalnız sanatkârların hayalhanelerinde mevcut. Maatteessüf hakikatte yok!” dedim. Bidar gözlerini bana kaldırdı. Tuhaf tuhaf baktı. Galiba biraz sarardı. Gülümsedi. Gayriihtiyari sordum:

      “Neye baktın?”

      “Hiç!” dedi. Kızararak ilave etti:

      “Çok nankörsün.”

      Birden kalbim çarpmaya başladı. Mutlaka Efser’i telmih etmek istiyordu. Fakat ben alenen söyletmek istedim. İntikal etmemiş gibi sordum:

      “Niçin?”

      Cevap vermedi. Sahifeleri çeviriyor, başka resimlere bakıyordu. Mustarip olduğunu görüyordum. Yine ısrar ettim:

      “Niçin, söyle, niçin nankörüm?”

      Tekrar nafiz gözlerini bana çevirerek manasız bir gülüşle, bilinmez bir heyecanla, bozulmuş gayri muntazam bir taşkınlıkla cevap verdi:

      “Evet nankörsün. Niçin mi? İşte bunu bilmemen de ikinci nankörlük. Talihin sana sebepsiz verdiği haksız bir mükâfatın kıymetini takdir edemiyorsun. Efser senin zevcen… Fakat güzelliği, harikulade güzelliği dikkatini celbetmemiş. Tetkik etmemişsin. Ona karşı lakayıtsın. Hayret veren cinsî tekâmülünü görmüyorsun.

      Sonra şurada gördüğün ruhtan mahrum heykel resimlerine bakarak: ‘Artık böyle vücutlar, böyle çehreler yalnız sanatkârların hayalhanelerinde mevcut, maatteessüf hakikatte yok…’ diyor, karşıda parlayan bedi, vazıh güneşi inkâr ediyorsun…”

      Devam ediyordu. Ben dinliyor, mahzuz oluyordum. Demek zevcemin harikulade güzelliği yalnız benim nisbî hodgâm bir duygum, bir vehmim değildi. Sanatın en yeni inceliklerine seri bir zekâ ile vakıf olan, güzellik hakkında, fikrini söylemeye en ziyade salahiyettar, müsait bir mesleğin mensubu, onun emsalsiz güzelliğini bana; zevcine gayriihtiyari itiraf ediyordu. Ben de açıldım. Bilmem, kaç saat konuştuk. Bu uzun bir hasbihâl oldu.

      Saçlarını, omuzlarını, belini, ayaklarını, ellerini, çehresini gülüşlerini, bakışlarını, hasılı her şeyini samimiyetle, heyecanla münakaşa ediyor; ben, birikmiş meftuniyetimi, perestişlerimi anlatırken o, kendi hayretinin, takdirinin benim duygularımdan on kat fazla, kuvvetli olduğunu iddia ediyordu… O esnada ikimiz birden, aralık kapıda yüksek, muhteşem, Efser’i gördük. Koyu renkli esvabı pembe çehresine ifrat derecede bir parlaklık, hayalî bir ışık vermişti.

      “İki saattir buraya kapandınız.” diyordu. “Neler konuşuyorsunuz? Nasıl Bidar Bey, hücumlara mı uğruyorsunuz?”

      Ben, sanki ilk defa müşahede ettiğim bir peri imiş gibi onu derin, tarif edilmez hayvani istiğrak ile süzerken Bidar:

      “Bugün fikirlerimiz muvafık çıktı.” diye cevap veriyordu. “Bugünkü mevzuda benim hakkımı o kadar teslim etti ki…”

      “Bilakis o benim hakkımı o kadar teslim etti ki…”

      Efser ne konuştuğumuzu soruyordu. “Güzelliğe, sanata dair.” dedik. Tafsilat istemedi. Önümüzdeki açık albüme baktı. Bir iki sayfa çevirdi. Birden kapayarak:

      “Oh dehşet Yarabbi!” dedi. “Çıplaklar! Bunlardan şiddetle nefret ederim, bilmem ki vahşetin, iptidailiğin böyle iğrenç hatıralarını bazı insanlar nasıl sever? Bence ahlakla, ilimle fena meyillerimizi, şevki tabiilerimizi nasıl örtüyorsak, kalın esvaplarla da vücudumuzu öyle örtmek icap eder. İnsan etinin tadına, lezzetine dair nasıl bugün bir şiir yazamıyorsak vahşi kavimlerin muhitini, hayatını yad ettirecek böyle çıplak resimleri, hayasız heykelleri sanatkârların nezih elleri için muvafık, meşru bir meşgale tanımamalıyız…”

***

      Artık Bidar benim mahremim olmuştu. O da Efser’ in müstesna güzelliğini dünyanın güzel kadını olduğunu tasdik ediyor, ekser saatlerimiz ona dair musahabelerle geçiyordu. Ben yine tekrar ediyordum, asla kıskanmıyordum. Bilakis iftihar ediyor, mahzuz oluyordum. Bir gece Efser, biraz başı ağrıdığından, erkence yatak odasına çekilmişti. Sıcak, yıldızlı, rüzgârsız bir gece idi. Uzaklardan tek bir bülbül öksüz öksüz haykırıyor, susuyor, yine başlıyor; tatlı, müheyyiç devam ediyordu. Bidar’la balkonda idik. Efser’in rahatsızlığını konuşuyorduk. Yine güzelliğe intikal ettik. Bidar, her vakitkinden ziyade bir hararet meftuniyetle onu methediyor, ben hemen kalkıp yatak odasına geçmek, şedit, çılgın kucaklamalarla zevcemi göğsümde sıkmak ihtiyaçlarını duyuyordum. Bidar:

      “Saadetin nispî olduğuna herkes itikat eder.” diyordu. “Ben bu nazariyeyi kabul etmem. Temin ederim ki sen dünyanın en mesudusun. Çünkü servetle, güzellikle, asaletle, kuvvetle elde edilemeyecek bir şeyi talih sana takdim etmiş.”

      Dinledikçe mahzuz oluyordum. Bilmem nasıl oldu, birdenbire bana bir fikir geldi; düşünmedim. Muhakeme etmedim. Hemen söyledim:

      “Haklısın Bidar. Fakat sen onun güzelliğinden yüzde birini görmedin. Yalnız benden işittin. Amma ben sana göstereceğim. Kulaklarına belki itimat etmiyor, söylediklerime inanmıyorsun. Gözlerinle görünce mübalağalarımın birer hakikat olduğuna hiç şüphen kalmayacak.”

      Şaşkın, mütehayyir sordu:

      “Fakat nasıl?”

      “Nasıl mı? Sana Efser’i çırılçıplak göstereceğim.”

      Evvela inanmadı. Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Sahi, ciddi söylediğimi anlayınca şiddetle reddetti. Efser’e karşı beslediği ihtiram katiyen buna mâni imiş… Ben meyus olmadım. Onu ikna etmeye çalışıyordum. Gece yarısı çoktan geçmiş, tek, öksüz bülbül susmuş, hafif çiçek kokuları getiren tatlı bir rüzgâr çıkmıştı. Onun heykeltıraşlığından, sanatından bahsediyor, bu kadar Eflatuni bir temaşayı ondan saklayacak kadar budala, mutavassıt olmadığımı söylüyordum. O, reddetmeye devam ediyor: “Bu pek kelbî bir Eflatunilik olacak!” diye beni muaheze ediyor, o reddettikçe benim bu münasebetsiz, garip arzum teşeddüt ediyordu.

      “Cahilliği bırak.” diyordum. “Senin gördüğünü o hissetmeyecek, haberi olmayacak. Fakat sen bütün ruhunla onun müstesna güzelliğini tasdik edeceksin. Ben bunu istiyorum. Reddedersen darılacağım. Sana âli bir sanatkâr değil, nefsine mağlup, korkak bir şehvetperest diyeceğim…”

      Uğraştım, uğraştım. Lafımı uzattım. Âdeta onu ahmaklaştırdım, nihayet kandırdım. Heyecandan sararmış:

      “Fakat nasıl göstereceksin, onun haberi olmadan?” diye soruyordu.

      “Pek basit.” dedim. “Bizim yatak odasının kapısı arkasında yarım açılmış bir paravan vardır. Sana gündüzden gösteririm. Yarın gece bahçeye çıkarız, geç vakte kadar kalırız. Sen rahatsızlığını

Скачать книгу