Скачать книгу

“İşte buna sevinebilirim, değil mi?”

      Nancy titrek bir sesle: “Şey, elbette…” dedi. Şaşkın şaşkın küçük kıza bakıyordu. Ne söylediğinin farkına bile varmadan: “Şey, elbette…” diye mırıldandı. Sonra da becerikli elleriyle kitapları, yamalı iç çamaşırlarını, bir iki biçimsiz elbiseciği sandıktan çıkardı.

      Pollyanna biraz kendine gelmiş, cesaretlenmişti. Sevinç içinde oradan oraya koşuyor, elbiselerini dolaba asıyor, çamaşırlarını göze taşıyor, kitaplarını masanın üzerine yerleştiriyordu. Biraz sonra da neşeli bir sesle: “Burası çok güzel bir oda olacak değil mi?” diye sordu.

      Nancy’nin ağzından hırıltıyı andıran garip bir ses çıktı. Kızın sorduğuna karşılık vermek gücünü kendinde bulamamıştı. Başını sandığın içine daldırmış, bir şeyler yapıyordu. Pollyanna da yazı masasının önünde durmuş, dalgın dalgın, bomboş, çıplak duvara bakıyordu. Biraz sonra gene o konuştu.

      “Burada aynanın bulunmamasına da sevinebilirim değil mi? Çünkü ayna olmayınca çillerimi de göremem.”

      Nancy’nin dudaklarından garip bir ses çıktı. Pollyanna sesi duyup ondan yana bakıncaya kadar Nancy kendini toparlamış, başını gene sandığa daldırmıştı.

      Pollyanna birkaç dakika sonra pencerelerden birinin önünde durup neşeli bir çığlık atarak ellerini çırptı.

      “Ah Nancy, bak! Bunu daha önce görmemiştim. Şu ağaçlara, evlere, şu güzelim kilise kubbesine, gümüş gibi parlayan ırmağa bak! Bu güzellik varken insanın canı resim görmek istemez ki. Şimdi teyzem bana bu odayı verdi diye öyle sevindim ki bilemezsin!”

      Bu sözler üzerine Nancy’nin gözlerinden yaşlar boşalınca Pollyanna neye uğradığını anlayamadı. Hemen onun yanına koştu.

      “Nancy, Nancy’ciğim, ne oldu? Yoksa burası senin odan mıydı?” diye korkarak sordu.

      Nancy hıçkırıklarını önlemek için yutkundu, sonra öfkeyle söylendi:

      “Benim odam mı dedin? Ya sen gerçekten gökten inmiş bir meleksin ya da öyle insanlar var ki… Hay Allah, tövbeler olsun! Şimdi de zil çaldı.”

      Nancy bu anlaşılmaz garip konuşmasından sonra ayağa kalktı, odadan fırladı, gürültüyle merdivenden aşağı indi.

      Pollyanna odasında yalnız kalınca hemen pencereden görünen manzaraya, gerçek “tablo”ya koştu. Bir süre dışarısını seyretti, sonra eliyle camın çerçevesine şöyle bir dokundu. Odanın bunaltıcı sıcağına artık dayanamayacaktı.

      Derken, bir de baktı ki parmaklarının altında pencere açılıvermiş. Hemen yarı beline kadar dışarı sarktı, dışarıdaki tertemiz, şeker gibi havayı içine çekmeye başladı. Daha sonra öbür pencereye koştu. Minicik çevik parmakları o pencereyi de hemen açıverdi.

      Bu sırada küçük kızın burnunun dibinden kocaman bir sinek geçti, gürültüyle vızıldayarak odanın içinde uçmaya başladı. Derken, bir sinek daha içeri girdi. Onun arkasından bir başkası girdi. Pollyanna aldırış bile etmiyordu. Şimdi başka bir şey düşünüyordu o.

      Açık pencerenin önünde dalları çok geniş, uzun bir ağaç vardı. Bu uzun dallar, karşısındakine sarılmak üzere açılmış kollara benziyorlardı.

      Pollyanna, gevrek gevrek gülerek: “Galiba bu işi başarabileceğim.” diye mırıldandı.

      Pencerenin kasasına bastı, oradan ağacın pencereye en yakın dallarından birine geçti, bir maymun çevikliğiyle daldan dala zıplaya zıplaya aşağıya inmeye başladı. Ağacın en son dalı Pollyanna gibi ağaçlara tırmanmaya alışkın olan bir çocuğu bile korkutacak kadar yüksekteydi. Pollyanna buna pek aldırmadı. Kuvvetli küçük kollarıyla ağaca sımsıkı sarılıp sallandı, sallandı. Sonra da kendini yumuşak otların üzerine bırakıverdi.

      Yerden kalkıp çevresine şöyle bir bakınınca evin arka tarafında bulunduğunu anladı. Önünde kocaman bir bahçe, bahçenin arkasında yüksek bir tepenin doruğu kocaman bir kaya, ona bekçilik eden bir çam ağacı, o çam ağacına giden dimdik daracık bir yol vardı. Bahçenin bir köşesinde yaşlı bir adam çalışıyordu.

      O dakikada Pollyanna için o dik tepeye tırmanmaktan daha güzel, daha zevkli bir şey olamazdı. Yalnız, onu kimse görmemeli, nereye gittiğini anlamamalıydı. Dikkatli adımlarla, yaşlı bahçıvanın görmesine meydan vermeden, hızlı hızlı yürüdü, dönemeci geçti.

      Artık kimse onu geri döndüremezdi. Büyük bir istekle yeşil başaklarla kaplı tarlaların arasından koşup tepeye giden dik yolu tırmanmaya başladı. Hem yürüyor hem de yolun pencereden göründüğü kadar kısa olmadığını, tepeye varmak için daha bir hayli yol yürüyeceğini düşünerek için için seviniyordu.

***

      On beş dakika kadar sonra Harrington Köşkü’nün taşlığındaki büyük duvar saati altıyı vurdu. Arkasından, Nancy’nin yemek saatini bildiren gongu duyuldu. Duvardaki saat altıncı defa çalarken Nancy’nin gongu da çalmaya başlamıştı. Kız her zaman, bir kronometre şaşmazlığıyla, tam saatin altıncı vuruşunda gongu vurmayı âdet edinmişti.

      Aradan bir, iki, üç dakika geçti. Bayan Polly sofrada sabırsızlanmaya, öfkeyle terliklerini yere vurmaya başlamıştı. Kadıncağız biraz daha bekledi. Sonra hızla sandalyesinden kalkıp taşlığa çıktı. Sabırsızlandığını gizlemeyi aklına bile getirmeden, bir iki dakika kadar gözlerini merdivenlere dikip yukarısını dinledi. Yeniden yemek odasına döndüğünde kesin kararını vermişti.

      Yerine otururken, sert bir sesle: “Nancy!” diye söze başladı. “Yeğenim sofraya geç kaldı. Hayır, hayır, onu çağırman gereksiz. Kendisine yemek saatini bildirmiştim. Bu davranışının cezasını çekmesi gerekiyor. Sofraya zamanında gelmeyi öğrensin. Aşağıya inince ona sütle ekmek ver, mutfakta yesin.”

      “Peki, efendim.”

      Bereket ki Bayan Polly bunları söylerken hizmetçisinin yüzüne bakmadı. Doğrusu, bu pek isabetli bir şey oldu, çünkü Nancy’nin hanımına ne kadar içerlediği yüzünden okunuyordu.

      Nancy yemekten sonra hemen ilk fırsatta merdivenden yukarı koştu, doğruca tavan arasına çıktı. Küçük odanın kapısını açarken kendi kendine “Demek zavallı çocuk sütle ekmek yiyecekmiş, ha?” diye söylendi. “Zavallı yavrucak ağlaya ağlaya uyuyakalmadıysa.”

      Nancy içeri girip de odada kimseyi bulamayınca üzüntüsünün yerini korku aldı.

      “Neredesin, Pollyanna? Nereye gittin?” diye heyecanla bağıra bağıra, ufacık odanın içinde dört dönmeye başladı.

      Dolabın içine, karyolanın altına baktı; su dolu sürahi ile sandığın içine varıncaya kadar aramadığı yer bırakmadı. Pollyanna’yı odada bulmaktan umudunu kesince de gelişindekinden daha büyük bir hızla aşağıya indi. Doğruca bahçeye, Tom’un yanına gitti.

      “Bay Tom, Bay Tom! O zavallı çocuk kayboldu! Mutlaka geldiği yere (yani gökyüzündeki cennete) uçmuştur. O meleklerin sofrasında onların yemeklerinden yerken, kendisine sadece sütle ekmek verilmesi emredilmişti.”

      Yaşlı adam ellerini gözlerine siper etti, batmakta olan güneşe baktı. Bir yandan da: “Gitmiş mi? Cennete mi?” diye sorup duruyordu. Sonra, gözleri uzaktaki bir noktaya takıldı, bir an kıpırdamadan o yana baktı. Dudaklarında gizli anlamlı bir gülümseyişle: “Sahi, Nancy!” dedi. “Küçük kız gerçekten bu gece gökyüzüne çıkmak istemişe benziyor. Şuraya bak.”

      Tom’un parmağı uzakta, kıpkırmızı gökyüzünün önünde çizgileri daha da keskin görünen sarp, büyük

Скачать книгу